Çam Ağacı ile Pembe Petunya Hikayesi

Büyük Çınar Ağacı ve Pembe Petunya aynı ormanda yaşıyordu. Büyük Çınar Ağacı çok kibirliydi kendini ormanın en büyük ağacı olarak görür kimseleri düşünmezdi. Kendinden başka kimseyi sevmezdi. Pembe Petunya çınarın yanında yaşıyordu. Ama Çınar Ağacı onu hiç görmüyor ve duymuyordu. Bu Petunya’ yı çok üzüyordu. Gökyüzü kapkara bulutlarla kapanmıştı. O gün yağmur yağmaya başlamıştı…
Pembe Petunya yapraklarını yağmura doğru uzattı. Üzerindeki büyük Çınar Ağacı yapraklarının ıslanmasını engelliyordu. Oysa Pembe Petunya su istiyordu. O da bütün bitkiler gibi suyla besleniyordu. Yaşlı Çınar Ağacı o kadar büyüktü ki kökleri toprağın altına öyle çok yayılmıştı ki bütün suyu kökleri ile topraktan alıyor ve Pembe Petunya’ya hiç su bırakmıyordu. Pembe Peunya:– Yaşlı Çınar Ağacı! Yaşlı ve büyük ağaç! Ne olur bana da birazcık su ver. Topraktan köklerimle alamıyorum hepsini sen içmiş oluyorsun. Yaprakların o kadar büyük ki yağmurun üzerime yağmasını engelliyorsun. Gövden o kadar kalın ve güçlü ki güneşin yapraklarıma dokunmasına izin vermiyorsun. dedi. Pembe Petunya o kadar çok üzülmüştü ki … Başını önüne doğru yavaşça eğdi. Pembe Petunya :
– Eğer topraktan su alamazsam beslenemem. Güneşi göremezsem güçlenemem. Ne olur bana yardım et Çınar Ağacı yoksa yok olup gideceğim. Burada solacağım. Bir daha nefes alamayacağım. dedi. Çınar Ağacı Petunya ’yı duymuştu.
Büyük Çınar:
– Ben o kadar büyüğüm ki kıpırdayamam buradan. Sen git kendine başka bir yer bul. dedi. Ama Pembe Petunya kımıldayamıyordu ki. Kökleri toprağa sıkı sıkı tutunmuştu. Çınar bunu anlayamıyordu.
Petunya :
-Yapamıyorum Çınar Ağacı ne olur bana yardım et! Çınar Ağacı bakmadı bile Pembe Petunya’ya . Petunya günden güne güzelliğini kaybetti. Herkesin hayranlıkla baktığı pembe yaprakları bir bir soldu. Bir gün dayanamadı ve boynunu büktü. Bir daha nefes almadı. Bütün orman buna üzülmüştü.Petunya’ nın dökülmüş yapraklarına baktılar.
Herkes çınar ağacına çok kızdı. Çınar Ağacı hatasını anlamıştı. Fakat artık çok geçti. Zavallı Petunya’cık solmuştu. Çınar buna çok üzüldü. O böyle olmasını istememişti. Petunya ‘ ya kötü davrandığına çok pişman olmuştu.
Çınar Ağacı :
– Keşke bu kadar kibirli olmasaydım. Pembe Petunya’ ya kötü davranmasaydım. dedi. Yaptığı hatayı anlamıştı. Bütün ormana bir daha böyle yapmayacağına söz verdi.

Aslan Prens Masalı

Aslan Prens Masalı
Bir zamanlar zengin bir Tüccarın üç kızı varmış. Tüccar bir gün yolculuğa çıkmaya hazırlanırken kızlarına:
– Gittiğim yerlerden size ne getireyim? diye sormuş.
Büyük kızı inci bir kolye; ortanca kızı altın bir yüzük istemiş. Küçük kızı ise sadece bir gül istemiş. Bunun üzerine babası küçük kızına:
– Yavrucuğum, kış ortasında gül bulmam çok zor. Ama senin için elimden geleni yapacağım, diyerek yola çıkmış.
Adamcağız gittiği her yerde küçük kızı için gül aramış . Gördüğü bütün bahçelere girip bakmış. Bahçıvanlarla konuşmuş. Herkese soruyormuş.
Onlar da:
– Bu kış kıyamette gül mü olur? diyerek tüccara gülüyorlarmış. Tüccar küçük kızının isteğini yerine getirememenin üzüntüsüyle eve dönerken karşısına bir saray çıkmış. Sarayın kocaman bir bahçesi varmış. Bahçenin bir yanı yaz, bir yanı kışmış. Bir yanı karla, bir yanı renk renk güllerle kaplıymış. Tüccar, hemen bahçeye girmiş. Kızı için bir gül koparmış . Tam bahçeden çıkacağı sırada karşısına bir aslan çıkıvermiş.
– Çiçeklerimden koparanın vay haline! diye kükremiş.
Tüccar:
– Canımı bağışlaman için ne istersen yaparım. Yeter ki şu gülü küçük kızıma götürmeme izin ver, diye yalvarmış.
Aslan:
– Evine döndüğünde karşına ilk çıkanı bana vereceksin. O zaman gitmene izin veririm, demiş. Gülü bir an önce kızına götürmek isteyen tüccar, hiç düşünmeden:
– Peki, kabul ediyorum. Eve gidince karşıma ilk çıkanı size vereceğim, demiş. Gülü alıp yoluna devam etmiş. Tüccar eve yaklaşınca babasının geldiğini gören küçük kız koşarak bahçeye çıkmış. Tüccarı ilk karşılayan o olmuş. Babasına sarılıp, öpmüş. Adamcağız ise başlamış sızlanmaya.
– Neden ağlıyorsun, babacığım? demiş.
Babası olanları anlatmış. “Şimdi Aslan’a verdiğim sözü nasıl tutarım?” demiş.
Küçük kız:
-Verdiğin sözü tutmalısın, babacığım. Ben yarın Aslan’a giderim. Yalvarır yakarırım. Bana bir zarar vermemesini isterim, demiş. Sabah erkenden yola çıkmış. Aslan’ın yaşadığı saraya varmış. Aslan, aslında bir büyücü tarafından aslana dönüştürülen bir prensmiş. Gün doğunca aslan , oluyor, gün batınca tekrar prense dönüşüyormuş.
Aslan Prens, tüccarın güzel kızını çok beğenmiş. Kızla evlenmiş. Gündüzleri aslan olarak dolaşıyor, hava kararınca yakışıklı prense dönüşüyormuş. Böylece günler, aylar geçmiş. Mutluluk içinde yaşıyorlarmış. Kız bir gün, ablasının düğününe çağrılmış. Aslan Prens’e:
– Beraber ablamın düğününe gidelim, demiş.
– Sen yalnız git. Biliyorsun ışık benim için çok tehlikeli. Üzerime bir parça ışık gelse bu kez de bir kumruya dönüşürüm. Yedi yıl bütün dünyayı dolaşmak zorunda kalırım, demiş Aslan Prens. Ancak karısı öyle ısrar etmiş ki sonunda Aslan Prens gitmeye razı olmuş. Kız, babasının evine varınca kocasını karanlık bir odaya kapatmış. Ancak kapının altından sızan incecik ışığı fark etmemiş. O anda da kocası Aslan Prens, sarı bir kumruya dönüşmüş.

-Yedi yıl böyle kalacağım, dünyayı dolaşacağım. Nereye gitsem sana sarı bir tüy bırakacağım. Böylece beni izler, nerede olduğumu anlarsın, diyerek uçup gitmiş. Ardından karısı da yollara düşmüş. Kocasının bıraktığı sarı tüylerin arkasından yedi yıl dünyayı dolaşmış. Eşinin peşinden bir an olsun ayrılmamış. Ancak günün birinde kocasının bıraktığı tüyü bulamamış. Tüm aramalarına rağmen kumruyu bir türlü bulamıyormuş. Sonunda güneşe sormak aklına gelmiş:
– Sevgili güneş sen her yeri aydınlatıyorsun. Söyle bana buralardan geçen sarı bir kumru gördün mü ? diye sormuş.
Güneş:
-Görmedim, güzel kız. Ama sana bir bohça vereyim. Başın darda kaldığında açarsın. Haydi, uğurlar olsun, demiş. Kız, güneşin verdiği bohçayı almış. Tekrar yollara düşmüş. Gece olunca aya:
– Karanlıkları aydınlatansın. gördün mü? diye sormuş.
Ay:
– Görmedim. Ama dostum karayel sana yardım edebilir, demiş. Ve kıza bir yumurta vermiş. Bunun üzerine kız doğru karayele gitmiş:
– Her yerden esip geçersin. Söyle bana sarı bir kumru gördün mü? diye sormuş.
Karayel:
– Evet, gördüm. Kızıldeniz’e gitti. Yedi yıl dolduğu için yeniden aslana dönüştü. Orada bir canavarla dövüşüyor, demiş. Sonra devam etmiş.
– Dövüştüğü canavar aslında büyücü. şimdi beni iyi dinle. Kızıldeniz’in sağ kıyısında demir çubuklar vardır. On birinci çubuğu alıp canavara değdirdiğin anda her şey eski haline dönüşür. Kocan aslan olmaktan kurtulur .
Canavar da büyücü kadın olur. Ne var ki sihir bozulur bozulmaz zaman kaybetmeden kocanı oradan uzaklaştır. Yoksa büyücü kadın senden önce davranıp kocanı götürür, demiş.
Kız, Karayel’in söylediklerini aynen yapmış. Kocasını kurtarmış. Ama Karayel’in son söylediklerini unutmuş. Kocasını oradan hemen uzaklaştırmamış. Ve büyücü kadın, prensi kolundan yakaladığı gibi çekip götürmüş.
Kız, kocasını bulmak için tekrar yollara düşmüş. Karşısına bir saray çıkmış. Sarayda düğün hazırlıkları varmış. Güneş’in verdiği bohçayı açmış, içinden çok güzel bir elbise çıkmış. Hemen elbiseyi giyip saraya girmiş. Herkes ona hayran olmuş. Büyücü kadın, kızı karşısında görünce:
– Senin burada ne işin var? Kocan artık seni istemiyor. Benimle evlenecek. Üstündeki o elbiseyi hemen bana ver ve sarayımı terk et. Yoksa kocanı yeniden kumruya dönüştürürüm, demiş.
Kız büyücünün dediklerini yapmış. Saraydan çıkıp, bir ağacın altına oturmuş. Uzun uzun ağlamış. Birden aklına Ay’ın verdiği yumurta gelmiş. Hemen yumurtayı kırmış. içinden altın bir tavuk ve civcivleri çıkmış. Kız bunları alıp tekrar büyücünün sarayına gitmiş. Büyücü kadın altın tavuk ve civcivleri görünce:
– Bunları bana satar mısın? diye sormuş.
– Bu gece prensin odasına girmeme ve onunla konuşmama izin verirsen, onları sana veririm, demiş, kız da.
Büyücü kadın, kızın bu teklifini kabul etmiş. Çünkü altın tavuk ve civcivlerine sahip olmaktan başka bir şey düşünemiyormuş. “Servetime servet , katarım. Bu kız, kocasıyla ne konuşursa konuşsun.” diye düşünüyormuş.
Gece olunca kız, kocasının yattığı odaya girmiş. Prens karşısında sevgili karısını görünce çok sevinmiş. Kız, tüm olanı biteni kocasına anlatmış.
– Büyücü fikrini değiştirmeden hemen buradan kaçalım, demiş.
Birlikte kendi saraylarına doğru yola çıkmışlar. Ve ömür boyu birbirlerinden ayrılmamışlar.

İyiliğe Karşı Kötülük Masalı

İyiliğe Karşı Kötülük Masalı
Değerler eğitimiyle ile ilgili çok güzel bir masal.
Avcılar peşinde, alageyik önlerinde bütün gücüyle kaçıyormuş. Alageyik bir bağa dalmış, asmalardan birinin altına saklanmış. Avcılar görmeyip geçip gitmişler. Alageyik tehlike geçince doğrulmuş.

Taze, yeşil asmaya dayanamamış, başlamış kemirmeye. Hatır hutur yerken, sesi avcıların kulağına erişmiş.
-Yakınlarda bir yerde bir av var galiba, demişler. Oklarını çıkarıp yaylarına geçirmişler, gerip gerip atmışlar. Okun biri alageyiğin yüreğini saplanmış ve yere yıkılmış.
Ölürken:
– Bunu hak ettim, demiş alageyik. Asmaya sığınıp canımı korudum, sonra onun iyiliğine karşılık tuttum yapraklarını, filizlerini yedim. İyiliğe karşı kötülük ettim.
Masaldaki ÖĞÜT: İyiliğe iyilikle karşılık vermeliyiz.

DEVE KUŞU İLE ASLAN MASALI

DEVE KUŞU İLE ASLAN MASALI
Deve kuşu bir aslanın geldiğini görünce çok korkmuş. Hemen kafasını kuma sokmuş. Aslan deve kuşunun yanına gelmiş, çevresinde bir iki tur atmış. Karnı tokmuş aslanın konuşacak arkadaş arıyormuş.
Deve kuşunun arkasında durmuş. Pençesiyle deve kuşunun ayağına şöyle bir dokunmuş.

“Arkadaş, bakar mısın? Biraz sohbet edelim, canım sıkılıyor da” diyecekmiş ki burnunun üstüne yediği tekme ile sırtüstü yere yığılmış.
Deve kuşu şaşkın bir halde ne oldu, kime vurdum, diyerek kafasını kumdan çıkarmış. Bakmış aslan boylu boyunca yatıyor. Öldüğünü zannetmiş. Çevrede ne kadar deve kuşu varsa toplayıp getirmiş.
Başlamış palavra atmaya:
“Yok işte aslan gelip ona sataşmış. Bu da demiş ki: Bak aslan git sonra canını yakarım. Aslan hakaret etmiş, bunu itelemiş. Bu da aslanı ayağının altına almış, çiğnemiş, yerlerde sürüklemiş.“
Diğerleri de deve kuşuna katılmışlar. Atmışlar, tutmuşlar. Biz olsaydık şöyle yapardık, böyle yapardık diye.
Baygın aslan kendine gelince bakmış herkes atıp tutuyor. Bir kükremiş, yer gök inlemiş. Bütün deve kuşları kafalarını kuma sokmuş. Aslan orada fazla eğlenmemiş, kaçıp gitmiş.
Masalı Yazan: Serdar Yıldırım

Terzi Masalı

Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış…
Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini…
Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, “Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer” diye söylenmiş.
Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, “Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?” diye düşünmeye başlamış. Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş.
Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp, “Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim” deyince, “Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş” diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş . “Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun? ” diye soran yaşlı adam, “Ben terziyim” yanıtını alınca “Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın” diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.
Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık “ünlü işadamı” diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş.

Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.
Ve başlamış anlatmaya: “Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş.
Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona “Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın” demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler.
Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış.
Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın. ..” Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş…

İki Yavru Yengeç Masalı

Yavru Yengeç, arkadaşı kırmızı yengece kancayı takmış, durmadan konuşurmuş, bıktırırmış canından:
-Öyle eğri büğrü yürüme! Şunu şöyle yapma, bunu böyle yapma! Doğru dürüst yürü! ..
Yavru yengecin canına tak demiş, patlamış.
-Peki, sen doğru dürüst yürü önüm sıra da yürümek neymiş ben de öğreneyim. Yapmadım mı, o zaman vır vır et! demiş arkadaşına:
Kendindeki kusurları görmeden başkasında kusur bulmak kötü bir şeydir.

DİLEK ÇEŞMESİ

DİLEK ÇEŞMESİ
Bundan uzun uzun yıllar önce küçük bir kasabada, çocukları çok seven ancak bir türlü çocuk sahibi olamayan iyi kalpli bir karı koca yaşarmış. O yörenin tüm çocukları da onları çok sever, küçücük evlerinin bin bir renkte çiçek açan bahçesinde her gün oyun oynarlarmış.
Kadıncağız, çocukları mutlu edebilmek için onlara birbirinden leziz poğaçalar pişirirmiş. Bu nefis poğaçaların kokusu mutfaktan bahçeye kadar ulaşır, çocuklar oyun oynamaktan yorulup kendileri için hazırlanmış poğaça ve
taze meyve sularını içmek için sabırsızlanırlarmış. Kadının marangoz olan kocası da çocuklara birbirinden güzel tahta oyuncaklar yaparmış.
Günlerden bir gün kadın uykusundan kan ter içinde uyanmış. Acele kocasını uyandırıp rüyasını anlatmaya koyulmuş. Ya
şadıkları kasabanın etrafı yüksek dağlarla çevriliymiş. Rüyasında bembeyaz kanatları, altın rengi saçları, gözleri ışık saçan bir peri kızı görmüş. Bu peri:
“Bir çocuk sahibi olmayı ne kadar çok istediğinizi biliyorum. Şimdi beni iyi dinle, şu karşıdaki dağın zirvesinde bir dilek çeşmesi var. Eğer o dilek çeşmesindeki sudan üç yudum içebilirsen bir çocuğunuz olacak. Ancak bu çeşmeye giden yol, çok tehlikeli ve çok zor. Kalbinde sevgi, cesaret ve doğruluk barınmayan kimse bu yolculuktan dönemez. Unutma bunu sakın!” demiş.
Kadın kocasına rüyasını anlatmış anlatmasına ama bunun bir rüya olduğunu düşünüp kapatmış konuyu. Ta ki aynı rüyayı günler, aylar boyunca her gece görene dek. En sonunda karı koca kafa kafaya verip bir karara varmışlar. Adamcağız hem çocuk sevgisinden hem de karısının bu konuya ne denli üzüldüğünü bildiğinden yolculuğa çıkıp bu dilek çeşmesinden, çok sevdiği karısına su getirmeye karar vermiş.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte adam çıkmış yola. Yürümüş, yürümüş, yürümüş. Dağın eteklerine vardığında içini bir endişe kaplamış. Dağlar öylesine yüksekmiş ki başını kaldırıp baktığında gökyüzünü göremeyeceğini sanmış. Tedirginliklerini bir yana bırakıp başlamış tırmanmaya. Bir süre sonra karşısına bir ağaç çıkmış. Ağacın iki yanı da uçurummuş. Yoluna devam edebilmek için ağacı kesmekten başka çaresi yokmuş. Belindeki baltayı çıkarıp tam ağaca vuracakmış ki ağaç dallarından gelen cılız bir sesle irkilmiş. Kafasını kaldırıp bakınca bir kuş yuvası görmüş. Yumurtadan yeni çıkmış, daha tüyleri bile çıkmamış kuşları görünce donakalmış. Ağacı keserse yavrucaklar ölür diye düşünüp geri dönmekten başka çaresi olmadığını anlamış. Üzüntü içinde geri dönerken gökyüzünde dev bir kuş belirmiş. Adamı omuzlarından yakaladığı gibi ağacın diğer ucuna bırakıvermiş.

Kuş dile gelmiş:
“Sen benim yavrularıma kıyamadın. Bu ağacı kesmedin. Bu da benim sana yardımım. Daha önce buraya gelip yavrulara rağmen bu ağacı kesmeye çalışanları tutup uçurumdan attım. Ama seni kalbindeki sevgi kurtardı.” demiş. Adam büyük bir şaşkınlık içinde devam etmiş yoluna. Bir süre sonra, gördüğü manzara karşısında hayrete düşmüş. Tuzağa yakalanmış bir ayı, acı içinde bağırıyormuş. Kızgınlıktan ağzından salyalar akıyormuş. Adam yaklaşıp yardım etmek istemiş ancak çok korkmuş. Yine de ayının çek tiği acıya seyirci kalamamış. Ayının sıkışan ayağını tuzaktan kurtarmış. Ayı dile gelmiş:
“Sen beni bu tuzaktan kurtardın. Yanımdan nice insanlar geçti. Çektiğim acıyı gördüler ama korkudan bana yaklaşamadılar. Sen çok cesur bir adammışsın. Ben de bunun karşılığını sana ödemek isterim. İzin ver gideceğin yere kadar seni sırtımda taşıyayım.” demiş. Ayı, adamı dağın zirvesindeki çeşmeye kadar sırtında taşımış ki eğer ayı olmasaymış adam bu dağı tek başına mümkün değil tırmanamazmış. Çeşmenin başına geldiklerinde ayı, adamı bırakıp uzaklaşmış. Adam, bahsi geçen çeşmeyi bulmuş bulmasına ama çeşmeden bir damla bile su akmıyormuş. Çeşme dile gelmiş:
“Ey yabancı! Bu çeşmedeki suyu ancak ölüm döşeğinde bir hastaya veririm ben. Senin ölüm döşeğinde hastan mı var?”
demiş. Adam yaptığı zorlu yolculuğu düşünüp “Ne var canım, küçük bir yalandan ne çıkar? Ölüm döşeğinde hastam var desem.” diye geçirmiş içinden. Ama dili varmamış yalan söylemeye.
“Hayır. Karım ve ben bir çocuk istiyoruz yıllardır. Karım günlerce rüyasında bu çeşmeden su içerse bir çocuğumuz olacağını gördü. Ben bu suyu, bu yüzden karıma götüreceğim.” deyivermiş.
Birden çeşmeden şarıl şarıl su akmaya başlamış. Çeşme:
“Buraya varabilen nice insan, benden su alabilmek için bin bir yalan söyledi. Hiçbirine bir damla bile su vermedim. Ama sen ilk defa doğruyu söyledin. Al suyumu, bu da benim sana teşekkürüm.” demiş.
Adam matarasına suyu doldurup arkasını dönünce, şaşkınlıktan neredeyse ölecekmiş. Günlerce tırmandığı dağ, birden bire dümdüz bir yol oluvermiş. Gözlerine inanamamış. Koşar adımlarla evinin yolunu tutmuş. Evine varır varmaz başından geçenleri anlatmış ve suyu vermiş karısına. O da bir nefeste içmiş suyu. Çok kısa bir zaman sonra kadın hamile kalmış ve dünyalar güzeli bir bebek getirmiş dünyaya. Adını Su koymuşlar. Bu güzel çocuğu da hep sevgiyle, doğrulukla ve cesur bir insan gibi yetiştirmeye çalışmışlar. Hayatları boyunca bu ilkelerden hiç vazgeçmeden, mutlu yaşamışlar.
ÖZGÜ SİRKECİ

İyilik Eden İyilik Bulur!

İyilik Eden İyilik Bulur!
İyi huylu, temiz ahlâklı iki kardeş, babalarından kalan çiftlikte birlikte çalışırlardı. Her günün sonunda bu iki genç kazandıkları ürünleri ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Gençlerden biri evliydi; diğeri ise henüz evlenmemişti. Günün birinde evli olmayan kardeş kendi kendine: “Mahsulümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç hakça değil” diye düşündü. “Ben yalnızım ve pek fazla şeye ihtiyacım yok” Bu düşünceler zihninde olgunlaşarak bir karara vardı; her gece dışarı çıkıp dolu bir çuvalı gizlice ağabeyinin evindeki ambara götürmeye başladı.

Bu arada evli olan kardeş de kendi kendine: “Mahsulü eşit şekilde paylaşmamız hiç adil olmuyor. Ben evliyim; bir karım ve çocuklarım var. Yaşlandığım zaman bana bakabilirler. Halbuki kardeşim yapayalnız. İhtiyarlayınca ona bakacak kimsesi yok..” diye düşünüp dertlenirdi. Sonunda o da bir karara vardı. Her gece bir çuvalı gizlice kardeşinin ambarına götürmeye başladı.
İki kardeş yıllarca ne olup bittiğini anlayamadılar. Her ikisinin deposundaki mallar verdikleri hâlde eksilmiyordu. Bir gece iki kardeş ellerinde çuvallarla çarpıştılar.. Bir anda ikisi de depodaki tahılın niye eksilmediğini anladılar ve çuvalları bırakarak kucaklaştılar.
işte bu, kardeşlik…
İşte bu fedakarlık…
İşte bu, insanlık…

Sığınak Arayan Çocuk Masalı

Sığınak Arayan Çocuk Masalı
Güneş batmış, ay gökyüzünde gezinmeye çıkmış. Gecelerden bir gece sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış.
Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış. Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış.
Bir gün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş. Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar. Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar.
Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış. Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş. Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş.
Birgün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar. Artık onlar da sıkılmış bu olaydan. Çünkü padişah hergün onlara kızıyor, bağırıyormuş:
– Siz ne biçim doktorsunuz. Hepinizi astırmak lazım. Zindanlarda süründürmek lazım. Kafanızı uçurmak lazım
Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında. En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış. Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak;
– Arkadaşlar, demiş. Buradan çok çok uzakta bir memleket var. Adı Sevilenya Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir. Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış. İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış. İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş. Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu. Biz de rahatlayalım.
Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler. Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş:
– Derhal hazırlıklar başlasın. Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun.
En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış. Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış.
Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş. Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş:
– Geldiler mi?
Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş:
– Henüz gelmediler padişahımız.
Birgün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış. Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler:
– Birlik geri dönmüştür.

Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler. Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş. Bir ân ürkmüşler. Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış. Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için. Fakat kabul etmemiş:
– Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim!
Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar. Padişah haberi alır-almaz;
– Aman hemen gelsin. Kaç zamandır gözlerime uyku girmez. Acıdan yüreğim duracak sanırım. Hemen gelsin hemen, demiş.
Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş:
– Kaf dağında yetişen bir çiçek türü var adı janset. O çiçekten merhem yapıp padişahın ağacını iyileştireceğim demiş.
Padişah, askerlerine derhal kaf dağına gitmelerini emretmiş. Askerler sağa sola koşmuşlar ama hiçbiri kaf dağının nerede olduğunu bilmiyormuş. Üstelik kaf dağına gidebilmek için hiç kötülük yapmamış olmaları gerekiyormuş. Askerler daha önce padişahın emirleriyle bazı suçsuz halka kötülük etmişler.
Bu durumu bilen Vezir, askerlere emretmiş:
– Çabuk bütün köyleri gezin, hiç kötülük yapmamış bir çocuk bulun yoksa padişahımız ölecek demiş.
Askerler köyleri gezmekten yorulmuşlar, açlıktan, susuzluktan hareketsiz kalıp bir yerde mola vermişler. Padişahın askerlerinin bitkin olduğunu gören  Selim, hemen eve gitmiş evde yiyecek, içecek ne varsa köyün misafirlerine getirmiş. Padişahın askerleri yemekleri ve içecekleri afiyetle içmişler.

Karınları doyan askerler birbirinin gözlerine bakarak evet, aradığımız iyi insan Selim olmalı. Çünkü günlerdir aç ve susuz bir şekilde yollardayız. Selim’den başka bize yardım eden olmadı.
Askerler Selim’in evine gidip anne ve babasına durumu anlatmışlar, onlar da Selim’in iyi bir çocuk olduğunu ve Padişah için bu iyiliği yapmasına razı olduklarını söylemişler. Anne ve babadan izin aldıktan sonra Padişahın huzuruna çıkarmışlar, Padişah Selim’i görür görmez çok sevmiş. Halkımın arasında senin gibi iyi insanların olduğunu görmekten çok mutlu oldum demiş.
Vezir, askerleri de yanına alarak Selim’i kaf dağına kadar yolcu etmek için yola çıkmış. Uzun bir yolculuğun ardından Kaf dağına yetişen Selim oradaki Janset çiçeğini toplayarak Padişaha getirmiş. Bilginler, Hekimler hemen o çiçeklerden merhem yapıp padişahın ayağına sürmüşler ve padişahın aksayan ayağının ağrısı geçmiş, tamamen iyileşmiş. Padişahın bu olaydan sonra halka bakışı değişmiş, halkımın içinde iyi insanlar var, onlara asla haksızlık etmemeliyim. O iyi insanlar iyilikle idare edilmeli ki iyi insanlar çoğalsın. Bu sebeple Selim’i vezir yaparak ülkesinin iyi insanlar tarafından yönetilmesini istemiş ve o ülkedeki herkes çok mutlu bir hayat sürmüş.

Sedef Bacı Masalı

Sedef Bacı Masalı
Benim adım Kamber. Minareden uzun mumbar yedim, içtim doymadım… Harda, hurda, şurda, burda, tarla, bağda; yedim, içtim, doymadım… Aman bacı, kaldır sacı, yağlı bazlamacı yedim, içtim, doymadım… Dere gibi hoşaflar, tepe gibi pilavlar, ambar ambar yulaflar yedim, içtim doymadım… Denizi çorba ettik, gemiyi kepçe ettik, daha bilmem ne ettik yedim, içtim; davula döndü karnım, ne sakalım tum tum etti, ne bıyığım cum cum etti, dudaklarım bile duymadı. Baktılar ki, dünyayı yesem doyduğum, doyacağım yok, “daha da doymazsa gözünü toprak doyursun” deyip Akdeniz’in martısı, zeytinyağının tortusu, hoştur makarnanın yoğurtlusu… Tepsi tepsi önüme sürdüler ya, sensiz boğazımdan geçmedi. Yükledim bizim uzun kulaklıya, size getiriyordum ama, ırmaktan geçerken kurbağalar vırak vırak deyince, bırak bırak anladım, bıraktım oracıkta… Uzun kulaklının da ayakları mumdanmış, eriyip gitti suda….
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir padişah varmış; padişahın da üç oğlu, bir kızı varmış. Babaları dünyayı verseler vermez, tacından tahtından üstün tutarmış onları. Analarının gözünde de oğulları oğul balından tatlı, kızları da kaymak çalıyormuş ya balın üstüne, balına kaymağına doymadan gitmiş yoksa hatuncuk. Koca saray karalara boyanmış ama, kara vezir:
“A devletlim! Kara gün kararıp kalmaz ya, gayri on parmağını kandil edip yakacak bir ana lazım bunlara!” demiş ve allayıp pullayıp Karakız’ını padişaha vermiş. Vermiş ama, hangi parmağını kandil edip yakacak, kara vezir kızının on parmağında on kara! Allah böylelerinin şerrine uğratmasın. Padişahı avucunun içine alıncaya kadar cariyelerin bile yüzüne gülmüş; velakin saman altından usulca su yürüterek karasını bulaştırmadık birini bırakmamış; ille üvey kızına, ille üvey kızına… Öyle bir yağlı kara sürmüş, öyle bir yağlı kara sürmüş ki, kırk dereden su getirmişler de, yine çıkaramamışlar; öyle ya, iftira dediğin Kaf Dağı’ndan yüce! Babasının bile gözünden düşmüş, ocak başına attırılmış.
Bir var ki bacı kardeş ciğerdir, birbirinden ayrılır mı! Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş. Günlerden bir gün yine birbirlerine dert yanarlarken, üvey anaları olacak, uğrun uğrun gelip de kapıyı, bacayı dinlemesin mi! Kuzgun misali üstlerine yürüyerek: “Bre baş belaları, demiş; yine baş başa verdiniz de ne çorap örüyorsunuz başıma? Durun bir, öyle bir ayın oyun edeceğim ki size, felek de beğensin.”
Meğer kara vezir kızının sade on parmağı on kara değil, büyücülük de geliyormuş elinden… Önce, nasıl büyülemişse büyülemiş onları… Sabah sabah üç şehzadenin üçü de birer kuş olup kanatlanmasın mı? Kara yazılı bacıları neye uğradığını bilememiş. Bir gözü havada bekleyip durmuş ama, ne bir kanat sesi, ne bir kardeş nefesi… Cümle kuşlar yuvalarına dönmüş, onlar dönmemiş. Gayrı, saray başına zindan olup:
“Ya dağ dağ dolaşır bulurum; ya da araya araya yollarda ölürüm; dünyaya geldim de ne buldum sanki!” demiş ve o gece sular uyurken fedai başını alıp yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş; altı ayla bir güz gitmiş, gide gide bir dağın tepesine yetmiş; aklı karalı kuşlardan kardeşlerini sormuş ama, dizi dizi uçup gitmişler de ne bir ağız, ne bir dil, ne de kanatlarından bir tel vermişler ona. Güvendiği dağlara kar yağınca, gözlerinden süyüm süyüm yaş döküp öyle bir ah ü zar etmiş ki bu bahtı kara kız, acep yürek olur da dayanır mı ola…
Allah’tan olacak, bir de bakmış ki, ne görsün? Üç kuş, üçü de ak kuş, başının üstünde dönüp dolanıyor! Hemen kollarını açmış ama, hiçbiri gelip de dalına konmamış, döndükçe dönmüşler başında…
Sihir bu ya! Meğer üvey anaları bunları öyle bir kuşa benzetmiş, öyle bir kuşa benzetmiş ki, gün batıp da sular karardı mı ete kemiğe bürünüyor; insan olup görünüyorlarmış. Gün doğup da ortalık ağardı mı tüye, teleğe geliyor; kanatlanıp uçuyorlarmış.
Ha işte o gün, döne döne yorulan,yorula yorula dönen bu üç kuş, ortalık kararınca üç kardeş olup bacılarının etrafını almış; başlamışlar birbirlerinin yüzünü gözünü öpmeye ve başlamışlar başlarına gelenleri sayıp dökmeye, gayrı gözlerine uyku girer mi? Şafak sökerken:
“Bacı, demişler, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde mesken tutup da ne yapacağız? Bu dağın ötesinde bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında da bir oda var, çam kokularıyla örülmüş, kuş sesleriyle döşenmiş bir oda; insan, değme saraylara değişmez onu. Gün doğunca seni kanatlarımıza alıp oraya götürsek nasıl olur? Dağda belde seni bir yardan atarız diye korkma sakın; bindiğin kanat, kardeş kanadıdır, üvey ana parmağı değil!”
Sedef Kız’ın canına minnet! Sabah sabah üç kardeş üç kuş olup kanat kanada vermiş; o da bu kanatların üzerine binmiş, süzülmüşler göğe doğru… Ve bir göz yumup açıncaya dek, inmişler inecekleri yere! Doğrusu cennet gibi bir yermiş ama, kızcağız ne dal dal ağaçlara elini uzatmış, ne bal bal meyvelere… Kardeşleri pır deyip de havalanınca göklere, o da kendini atmış göllere. Meğer, gölün suları her derde deva, her hastalığa şifa imiş. Sedef Kız, “arılık duruluk!” deyip de dalınca bir, ne alnının karası kalmış, ne yüzünün karası!

Kuş kardeşleri yazıdan, yabandan dönüp de, onu öyle “sütten ak, sudan pak” görünce, sevinçlerinden deli divane olmuşlar: “Bacı bacı; aklardan ak bacı; seni üvey ananın yarasından, beresinden kurtaran Allah; bizi de onun tüyünden teleğinden kurtarırsa, gayrı ömrümüz boyunca bu zümrüt sarayda güllerle gün, bülbüllerle düğün eyleriz!”
Demişler, kim bilir daha da ne diller dökmüşler birbirlerine; sonra gözlerine uyku dolup da süzüm süzüm süzülünce, her biri uzanmış kendi yerine… İnsan, ne hülya ile yatarsa, o rüya ile uyanır derler… Önce yedilerden mi, kırklardan mı biri görünmüş Sedef Kız’ın gözüne: “Kızım demiş; ayrık otundan birer gömlek örer de giydirirsen kardeşlerine, evvel Allah büyüleri bozulur, yine insan olup insan içine çıkarlar ama, bir var ki bunları örüp bitirinceye kadar kimseyle dünya kelamı etmeyeceksin. Haydi şimdi, anlam, dinle güveniyorsan başla!
Sedef Kız uyanmış, rüyasına inanmış; gayrı vakit, fırsat fevt eder mi? Kardeşleri uçup gidince, o da tutam tutam ayrık otu toplayıp, birim birim gömlekleri örmeye başlamış. Akşam üstü kardeşleri dönüp de onu öyle ağızsız, dilsiz örgü örer görünce bunu bir mânaya yoramayarak:
“O üvey ana olacak kara cadının eli her yere uzanır; dili her yana döner. Sakın ola, bu kızın yüzündeki yüz karası silinirse, dilinde de dil yarası çıksın, diye, büyü üstüne büyü yapmış olmasın?” deyip, arı gibi her çiçeğe konmuşlar, derde deva ot koymamış yolmuşlar ama, bacıları ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden…
Kuş kardeşlerinin hayalden, düşten haberleri yok ya, hele onlar devasını arayadursun, bir gün bir padişahın oğlu, o taraflarda salınıp seyran ederken, yamaçtan yamaca Sedef Kız’ı görmüş, gözlerine inanamamış. Hemen atını o yana sürmüş, “hangi dağın gülü, hangi bağın bülbülü” olduğunu sorup soruşturmuş ama, ağzından bir çift söz alamamış. Bir bakmış: “Peridir bu!” demiş; bir bakmış “dil bilmezin teki” demiş. Ama ne olursa olsun, padişah oğlu Sedef Kız’a öyle bir vurulmuş ki, hemen toy düğün etmeyi kurup, kendi eliyle bindirmiş atına. Yolda üç kuş peyda olup başının üstünde uçmaya başlamış; günden güneşten korumak ister gibi… Bu üç kuşun üç kardeş olduğunu bildiği yok ya, padişah oğlunun garibine gitmiş bu… Neyse, az gitmiş, uz gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, gün akşam olmadan varıp saraya yetmişler.
Padişah, oğlunun bir dediğini iki eder mi, hele böyle mürüvvet görecek olduktan geri… Daha o akşam davullar dövülmüş, düğünler kurulmuş ama, gel gelelim Sedef Kız, ne allar giymiş, yeşil üstüne; ne kınalar koymuş, sedef üstüne. İlmek üstüne ilmek atıp, gömlek üstüne gömlek örmüş, bir gün olur, rüyalarım çıkarsa diye…
Meğer gözdelerden biri, onu göz altına almış, her halini yazıp defter ediyormuş. Akşamın bir vaktinde padişah oğlunun yanına çıkıp: “A benim şehzadem demiş; şu senin nişanlın olacak kız ne bir peri, ne de dil bilmez biri… Lamı, cimi yok, ya büyücü, ya sihirbaz! Gündüzleri üç kuş gelip pencereye tık diyor; geceleri has bahçeye çık diyor; o da o saatte çıkıyor ve neden sonra ayrık otu toplayıp dönüyor, dönüyor ama, kim biliri başınıza ne çoraplar örüyor.”
Padişah oğlu, Sedef Kız’ın üstüne bir toz kondurmak istememiş ama, üç gün üç gece kollayıp da, söylenenlerin harfi harfine doğru olduğunu görünce, neye uğradığını bilememiş. Hemen çağırıp sorgu, suale çekmişler, ama, biçare kız, ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden; her sorulan, bir damla yaş olmuş gözünde… Velakin onun gözüne, göz yaşına kim bakar gayrı… “Sükut ikrardır!” deyip büyücülüğüne hükmetmişler; “böylesi güzelin, güzelliği başını yesin” deyip, başını istemişler cellattan.
Cellat başı, son vasiyetini sormuş kızın, yine bir ses çıkmamı dilinden. Cellat başı “vaktine hazır ol” demiş, yine örgüsünü bırakmamış elinden. Derken derken, üç kuş gelip başının üstünde dönmeye başlamış. Cellat başı akı karayı yitirip, ne yapıp yakıştıracağını düşünüp dururken, Sedef Kız da gömleklerini örüp bitirmiş ve tutup bunları bir bir kuşların üzerine atmış. Hikmeti hüda, bu üç kuşun üçü de filiz gibi birer delikanlı olup bacılarının boynuna sarılmış. Görenler bunu da büyü mü sanmış, ne sanmışlarsa parmakları ağızlarında kalmış. Ha işte o zaman Sedef Kız’ın ağzı dili açılıp:
“Cellat başı, cellat taşı yerinden kaçmıyor ya, önceden önce beni padişahın huzuruna çıkar. Başıma gelenleri bir bir ona dökeceğim gayri… Yine de başıma ferman eylerse, ne yapalım, boynum kıldan ince…” demiş ve gidip üvey ananın yüzünden çektiklerini iki göz, iki pınar anlatmış padişaha.
Padişah, Sedef Kız’ın sedeften de arı bir kız olduğunu anlayıp kendi oğluna almış. Üstelik, üç kızını da, Sedef Kız’ın üç kardeşine vermiş. Bunlar kırk gün kırk gece düğün eylerken, öte yandan üvey anaları olacak kara vezir kızının kırk katıra mı, kırk satıra mı verildiği haberi gelmesin mi! Eee, eden bulu, etmeyenler erer muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü; üçü de başkalarının alnına kara sürmeyenlerin başına!
Eflatun Cem Güney / Türk Masalları

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...