Kaf Dağı’nın Çobanı Masalı

Kaf Dağı’nın Çobanı Masalı
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde dünyanın en yüksek yerinde yücelerden yüce bir dağ varmış. Ardında düşler, hayaller, güzellikler yaşarmış. Kaf Dağı’na bir giden oradan asla ayrılmazmış. Orayı bir gören dünyaya dönüp bakmazmış. çünkü orada başı göklerde dolaşan kocaman devlerle mini minnacık cüceler yaşarmış. Masal bu ya canlarım, kimseleerin görmediği, tatmadığı meyvelerle, görülmedik çiçekler iç içeymiş. Renkli dev kelebeklerle minicik cüce filler, başı göğe eren develer hep o ülkede yaşarmış.
Kaf Dağı’nda da her dediğini yaptıran şımarık mı şımarık dev bir kral yaşarmış. Günlerden bir gün Kaf Dağı ülkesinin dev kralı, cüce değirmencinin kızına aşık olmuş.
Kız güzel olduğu kadar akıllıymış da. İyi de değirmencinin kızı mini minnacık bir cüceymiş. Dev bir eşle bir arada yaşayacak olmak onun hiç mi hiç hoşuna gitmemiş. Babasına hep:
“Canım babacığımbilirim krala karşı çıkamazsın ama benim gönlü ona ısınmaz.” demiş.
Babası da :
“Kaf Dağı Kralı bu kızım! Ona lafımız geçmez. Var gir saltanatına kon ve yaşa.” demiş.
Kız da :
“Davul bile dengi dengine. Boyu boyuma huyu huyuma uymazsa ben ne edeyim dünya saltanatını,” deyip sızlanmış.
Onun için “Akıl yaşta değil baştadır” diyenler hiç yanılmazlarmış. Gel zaman git zaman, kral gidip değirmencinin kızını istetmiş. emir büyük yerden olunca değirmenci bir an bile düşünmeden kızını dev krala nikahlamış. Öyle ya hem zengin, hem de kral! Gariba değirmenci kızını ondan daha kıymetli kime verebilir ki? Yaşlı değirmenci kızını dev krala vermiş vermesine fakat kizin iki gözü iki çeşmeymiş; sürekli ağlıyormuş. Çünkü O, Kaf Dağı çobanına sevdalıymış. İkisi de birbirlerine deli gibi aşıkmış. Fakat kızcağız başına gelenleri bir türlü ona duyuramıyormuş. Düğün hazırlıkları yapılmış. Değirmencinin güzeller güzeli kızı sim sırma gelinlikler giyinmiş. Gözyaşlarını içine akıtarak kadere boyun bükmüş. Bir yandan da şöyle diyormuş:

Umutluyum yüceden
Esirgemez cüceden
Gözyaşlarım dinecek
Umudum yeşerecek
O, melul mahzun Kaf Dağı’nın ardında çobanlık yapan sevdiğinin yollarını gözlerken, Kaf Dağı’nın kralı şımarık dev, düğün dernek kurdurmuş. Ziyafetler verdirmiş. Fakat güzel kızın onun şatafatlı zenginliğinde ufacık meyli yokmuş.
O gönlüne taht kuran cüce çoban sevgilisini ararmış. Gariban çoban ise dağlarda aşkını arar dururmuş. Sevgi dolu yüreğiyle çaldığı kavalların yankısı çok uzaklardan duyulurmuş. Gökte kuşlar, yerde hayvanlar onu dinlermiş onu dinleyen onca hayvan arasında bir Zümrüdü Anka Kuşuvarmış ki kanatlarını açtımı tüm gökleri kaplarmış. Dağlar çobanının ümitsiz aşkına için için üzülürmüş. Sürü o hüzünlü kaval sesiyle otlarken havadaki kuşlar bile çobanın hüzünlü haline bir çare düşünmüşler.
Öte yandan devler kralı gelin atını süsleyip değirmencinin kapısına göndermiş. Deirmencinin kızı iki gözü iki çeşme ailesiyle vedalaşmış. Tam ata binecekken başını göklere kaldırmış ve şöyle demiş:
Umutluyum yüceden
Esirgemez cüceden
Tam o sırada bir de ne görsün? Sim sırma tüylü Zümrüdü Anka Kuşu tepesinde dört dönüyor. Bir fırsatını kollayıp onu dağlar çobanına uçurmak istiyormuş. Güzel kızın tepesinde bir turlamış, iki turlamış, üçüncüde kaptığı gibi havalara uçurmuş. Gelin göklere doğru havalandıkça şen kahkahalar atmış. Düğün alayı bir anda durmuş. Dev kral neye uğradığını şaşırmış. Deliler gibi kükremiş. Fakat göklere söz geçirememiş. Zümrüdü Anka Kuşu kızı aldığı gibi çoban sevgilisinin yanına uçurmuş. Çoban çok sevinmiş. Düğün dernek kurulmuş. Kırk gün kırk gece eğlenmişler. Bu mutlu evlilik dilden dile dolaşmış. Çok ama çok mutlu olmuşlar.

Çalışma Prensibi



     Çalışmak ve çalışkanlık konusunda kendimle ilgili algım yıllar içinde çok değişti. Kendimi çok zeki hissettiğim dönemler de oldu aşırı derecede anlayışı kıt olduğumu düşündüğüm zamanlar da. Zeki olmanın ya da yetenekli olmanın çalışmak ve ilerlemek ile ilgisi olmadığını da oyunculuk eğitimi verdiğim zamanlarda anladım.
   
     Bu yazı, nasıl çalışacağını bir türlü bulamamış, bu zamana kadar hasbelkader “çalışkan” olmuş bir insanın öyküsüdür.


    Canım arkadaşım Şeyda'nın evinde “Günlük Ritüeller- Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır?” kitabını gördüm, okumak için ödünç aldım. Çünkü çalışmakla ilgili kendimi bildim bileli sıkıntılarım vardır. Belki bir gün ben de büyük bir eser yaratırım umuduyla okumaya başladım. İlk on sanatçıya kadar her şey güzel gidiyordu. Sonra bunların çoğunun erkek olduğunu farkedip - e hiç bir şeyle uğraşmıyorlar tabi oturup çalışırlar- diye cinsiyetçi bir yargıda bulundum. Okumaya biraz ara verdim. Sayfalarını yanlışlıkla ıslatınca da bir tane daha sipariş ettim, Şeydacığıma yenisini verdim. Kitap elimde kalmış oldu. Bu sayede aklıma her estiğinde iki üç büyük sanatçının çalışma ritüelerini okumuş oldum. Az dozda yavaş yavaş alınca kendimi sorgulayacak geniş vaktim oldu.

   İlkokuldayken çalışkan bir çocuktum, en azından bütün derslerim “5” ti. Galiba ilkokuldayken herkesin dersleri “beş” ti. Ben bunu kendime kıstas olarak kabul edip ortaokula geçtiğimde birden bire karnemde “1” ler ve “2” ler görünce afalladım. Ortaokul hayatım boyunca en yüksek derecem “Teşekkür” oldu. Liseye geçtiğimde ise derslerle ve çalışmayla hiç bir alakam yoktu. Orada da vasat bir öğrenciydim. Öğretmenlerim benim “zeki ama çalışmıyor” öğrenci olduğumu düşünüyordu. Hatırladığım -güzel- bir anı da annemin kuzenimi arayıp “Sen nasıl çalışıyorsun bu kıza bir anlat” deyip telefonu elime tutuşturmasıydı. Bende -nasıl çalışılacağını bilmiyorum- hissi bence o zaman başladı.

    Lisedeyken ders çalışmaktan hoşlanmazdım, çünkü hangi bölümü okuyacağımı bilmediğim için çalışmayı gereksiz bulurdum. Konulara merakım da yoktu sanırım. Onun yerine en arka sırada kulağımda walkman, kitap okurdum. “İnsanla ilgili bir iş yapmak istiyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum” derdim.

    Üniversite'de oyunculuk okumayı istediğim zaman gerçek anlamda çalıştım. Bir yıl boyunca İzmir'de sahnelenen tüm oyunları izledim, onlarca tiyatro oyunu okudum, her gün repliklerimi çalıştım, tekerlemeler ezberledim, dans ettim. İlk aydınlanmamı da okula girdiğimde yaşadım. Doğaçlama sınavından düşük not almıştım, ev arkadaşım bana “çalışmıyorsun tabi ki kötü alacaksın” dedi. O an, “aaa evet çalışmam gerekiyor” dedim ve çalışmaya başladım. Notlarım da hep iyiydi. Yüksek Lisans yaparken de çalışıyordum. Nasıl çalışılacağını anlamış gibiydim.

    Yine de bir düzensizlik vardı. İstediğim verimi bir türlü elde edemiyordum. Bir dönem deli gibi kapanıp çalışma isteği geliyordu. Nedir bu çalışmalar; kitap okumak, araştırma yapmak, hayal kurmak... sonra feci derecede sıkılıyor bir hafta boyunca hiç bir şey yapmadan duvara bakmak istiyordum. Aradaki uzunca tıkanık dönemini bu yazıda atlayacağım. O dönemi “tıkanmış yaratıcılık” konulu konferansımı verirken anlatmak istiyorum ve yakın döneme geçiyorum.

    Çok kitap okuyanlar hep şöyle der “işe gidiyorken daha çok okuyorum, evde olduğumda okuyamıyorum, zaman bulamıyorum”. İşte ondan oluyor bana da. Kış dönemi çok yoğun geçti. Masal anlatımları, atölyeler, oyunlar, seyahatler, kurslar... Kendime ayıracak zamanı zar zor buluyordum ama yine de tutturduğum bir sistemim oluyordu. Daha fazla kitap okuyor, zamanımı daha verimli geçiriyordum. Bir günde bir çok iş hallediyor, kendimi daha dinç hissediyordum. Bu noktada tek sıkıntım birazcık daha boş zamandı, sıkılmak için zaman. Yaz dönemine girdik, her şey sakinleşti. Ben de oh dedim okumak, araştırmak, biriken işlerimi yapmak için harika bir zaman. Yaz boyunca evde oturup çalışabilirim. Harika geçecek, filmler, kitaplar, yazılar, resimler... Ben de o “Büyük Eserlerin Yaratıcıları” gibi kendime harika bir rutin oluşturacağım ve kim bilir ne büyük eserler yaratacağım.

       İlk üç gün muhteşemdi. Sabah erken kalktım, sabah sporumu ve ardından göbek dansımı yaptım. Oturdum önce İngilizce çalıştım -sınava gireceğim de- sonra bir roman okumaya başladım. İki saat okuduktan sonra internetten araştırmalarımı yaptım. Bir tane film izledim. Akşam oldu. Yürüyüşe çıktım. Dönünce masal okumaya devam ettim. Gece bir film daha izledim. Sabah erken kalktım sabah sporumu ve göbek dansımı yaptım, İngilizce çalıştım, kitap okudum, internetten araştırmalarımı yaptım, masal okudum, yürüyüş yaptım, film izledim. Sabah kalktım göbek dansımı yapmadım, İngilizce çalışasım gelmedi biraz kitap okudum ve çığlık attım.

     Sıkılmıştım ve sıkışmıştım. Sonraki günlerde dışarıda işlerim vardı, şifalı masallar akşamımız vardı, gezi vardı derken çalışmaya ara vermiş oldum. Öyle ara verdim ki bir sayfa kitap okumadım bile.
   Sonra yine ev günleri başladı ama bir sıkıntı vardı. Kendi çalışma prensibimi bir türlü anlamıyordum. Çalışmış olmak için çalışmak bir işe yaramıyor, insanı bir açmaza sürüklüyor. Bir eksiklik duygusuyla çalışmak daha da fena. Önce şunu farkettim: Bir işi bitirmek için çalışma, süreçten zevk al. Tamam ama hala eksik olan bir şeyler vardı. Geceleri dualar ettim, lütfen ben nasıl çalışıyorum anlayayım diye. Cevap dün akşam geldi, taze taze de sizinle paylaşıyorum.

      Dün akşam feci halde bunalmış olarak yürüyordum, bir çıkış yolu istiyorum haykırışları arasında. Birden aklıma kitap geldi. İyi de dedim o insanlar sadece araştırma yapmıyor ki, yazar olanlar yazıyor, ressamlar çiziyor, müzisyenler çalıyor... Sen nesin? Anlatıcı. E yavrucum sen anlatmazsan olmaz ki. Kışın bu yüzden iyi çalışıyorsun, zamanı düzenlemek ya da yoğunlukla bir ilgisi yok. Okuduğunu, anladığını, farkettiğini paylaşıyorsun. Paylaşınca da yer açılıyor ve daha çok araştırıyor, okuyor ve öğreniyorsun. Sen tüm gününü kasayı doldurmakla geçirirsen ve bunları boşaltmazsan onlar çürür be kuzucum. “E ne yapacağım canım?” dedim - kendime- bak o içimdeki bilge farkeden Sıla'ya da bir isim bulmam lazım- “Paylaş” dedi, “Nasıl” dedim. “Yazarak.” (Burada lamba yanması ya da göğe yükseliş sesi efekti)



     Anladım, gerçekten bu sefer anladım. Temel prensip doldurup boşaltmak. Her ne yapıyorsan onunla boşaltmak. Kendi tarzınla, kendi doğanı anlayarak. Konuşmadığımda, anlatmadığımda kendimi şapşallaşmış hissediyorum, okuduğum hiç bir şeyi anlamıyorum. Konuşup anlatamadığım zamanlarda da yazabileceğimi keşfettim. Yazmak ile ilgili deneyimlerimi de bir sonraki yazıya saklayayım. Bence, çalışma prensibimi buldum. Deneyip göreceğiz. Bu süreçte blog hareketlenecek gibi. Şimdi bana müsaade birazcık çalışmam lazım, akşam da mutlaka birilerini yakalayıp konuşacağım:)

Alaaddinin Sihirli Lambası Masalı

Alaaddinin Sihirli Lambası Masalı
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, yer mavi, gök yeşil iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Uzak bir köyde Alaaddin adında bir oğlu olan dul bir kadın varmış. Alaaddin ve annesi çok yoksulmuş, hayatları yokluk ve sıkıntı içinde geçiyormuş. Alaaddin para kazanmak için en zor işleri yapıyor, her gün çok uzak bölgelere meyve toplamaya gidiyormuş. Bir gün şehirden uzaktaki bir hurmalıkta yabani hurma toplarken garip bir yabancıyla karşılaşmış.
Bu iyi giyimli, sakallı adamın başındaki sarıkta parlak bir safir taş varmış. Gözleri simsiyahmış ve bakışları insanın içine işliyormuş. Yabancı, Alaaddin’e bir teklif yapmış:
– Buraya gel evlat! Gümüş bir para kazanmak ister misin? diye sormuş.
Alaaddin hayretle;
– Gümüş bir para mı? Böyle bir şeyi kazanmak için her şeyi yaparım, demiş.
– Senden bir şey istemiyorum. Sadece benim sığamadığım şu delikten aşağı in,
orada söylediklerimi yaparsan karşılığını alırsın, diye konuşmuş adam.
Alaaddin, adamın yerdeki ağır taşı kaldırmasına yardım ettikten sonra ufak tefek ve çevik olması sayesinde daracık delikten zorlanmadan geçmiş. İçeride daracık bir merdiven bulmuş ve dikkatle aşağı inmiş.
Aşağısı parlak taşlarla dolu, büyük bir mağaraymış. Eski bir gaz lambasının cılız ışığı yeraltını hafifçe aydınlatıyormuş. Alaaddin’in gözleri bu yarı aydınlık ortama alışınca, çevresinde olağanüstü bir manzara olduğunu fark etmiş. Ağaçların dallarından ışıl ışıl parlayan mücevherler sarkıyormuş. Mağaranın her tarafında altın testiler ve içlerinde değerli taşlar bulunan mücevher kutularıyla doluymuş. Alaaddin, gözlerine inanamıyormuş. Karşısında gerçek bir hazine varmış. Şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken, yukarıdan gelen sesle irkilmiş:
– Lamba! Lamba! Lambayı söndür ve sadece onu getir bana! Adamın bu kadar mücevherin arasından sadece değersiz bir lambayı istemesine çok şaşıran Alaaddin, onun bir büyücü olduğunu düşünmüş. Aladdin lambayı almış ve merdivenleri tırmanmaya başlamış. Büyücü:
– Ver onu bana, demiş. Lambayı almak üzere elini uzatarak tekrar onu hemen ver, diye bağırmış. Lambaya bir an önce kavuşmak isteyen adam;
– Lambayı hemen vermezsen seni sonsuza kadar burada bırakırım, demiş.
– Önce dışarı çıkmak istiyorum!
– Bunu sen istedin! Diyerek deliği kapatmış.
Parmağındaki yüzüğün fırlayıp aşağıya düştüğünü fark etmemiş. Alaaddin birden ayağının altında bir şey hissetmiş. Yerden alınca, bunun bir yüzük olduğunu fark etmiş. Yüzüğü parmağına takar takmaz mağara gürültüyle aydınlanmış ve Alaaddin’in önünde beliriveren pembe bulutun içinden bir cin çıkmış.
– Dile benden ne dilersen! Diye konuşmuş cin. Olanlara şaşıran Alaaddin, karşısındaki dev görüntüye bakarak sadece:
– Evime gitmek istiyorum, diye mırıldanmış.
Dileği göz açıp kapayıncaya kadar yerine gelmiş. Oğlunu bir anda evin içinde gören annesi, ocağın başından kafasını kaldırarak kapıya bakmış ve kapalı olduğunu görünce hayretle;
– İçeri nereden girdin? Diye sormuş. Alaaddin, başına gelenleri heyecanla annesine anlatmış. Annesi:
– Peki ya gümüş para ne oldu? Diye sorunca, Alaaddin lambayı annesine göstermiş. Onca maceradan sonra elinde sadece bu lamba kalmış.
– Üzgünüm anne, ama elimde sadece bu var, demiş Alaaddin. Annesi;
– Bu lamba sağlam mı acaba, baksana ne kadar da kirli demiş. Temizlemek için lambayı ovuşturmaya başlamış. Birden lambanın ağzından çıkan dumanlar odayı kaplamış. Dumanlar arasından bir cin belirivermiş ve:
– Yüzyıllardır bu lambanın içinde yaşıyordum. Siz beni serbest bıraktınız, artık benim efendimsiniz. Dileyin benden ne dilerseniz, diye konuşmuş. Şaşkınlıktan Alaaddin ve annesinin ağzı açık kalmış, tek söz bile edememişler. Cin bir kez daha sözlerini tekrarlamış ve annesinin yemek için bir şeyler hazırlamadığını hatırlayarak;
– Bize içinde her şeyin bulunduğu bir sofra donat! Diye emretmiş.
O günden sonra, Alaaddin v annesi çok mutlu olmuşlar. Sihirli lamba sayesinde her istekleri yerine geliyormuş. Yoksulluk günleri geride kalmış. Zamanla Alaaddin de büyümüş, uzun boylu ve yakışıklı bir genç olmuş. Annesi oğlunun iyi bir kızla evlenip yuva kurmasını istiyormuş. Bir gün Alaaddin Pazar yerinden geçerken iki kişinin taşıdığı tahtırevanın içinde Sultanın kızını görmüş ve ona aşık olmuş. Eve gidince olanları annesine anlatmış, annesi de oğlu için saraya gidip Sultanla konuşmaya karar vermiş. Ertesi gün, annesi Sultanın huzuruna çıkmak üzere içi eşsiz mücevherlerle dolu bir kutu hazırlamış. Mücevherlerle dolu kutuyu çok beğenen Sultan kadını huzuruna çağırtmış.
Kadının geliş nedeni anlaşılınca, Sultanın kızı Yasemin ile evlenme hayalleri kuran Vezir, Sultanı etkileyecek şeyler söylemiş. Sultan da Alaaddin’in annesine oğlunun zenginliğini ve gücünü gösteren bir armağanla huzuruna çıkması gerektiğini söylemiş. Sultan, eğer oğlun kızımla evlenmek istiyorsa, yarın bana kırk köle yollasın. Her köle için değerli taşlarla dolu küpler taşısın. Bu değerli hediyeleri korumak için de peşlerinden kırk asker gelsin, diye sözlerine son vermiş. Bunları duyan kadın üzüntüyle evine geri dönmüş. Sihirli lambanın bu kadar büyük bir isteği karşılaması çok zormuş.

 Alaaddin lambayı almış, çok aha kuvvetlice ovuşturmuş, karşısına çıkan cine isteklerini sıralamış. Cin Alaadd’in isteklerini duyar duymaz üç kez elini çırpmış ve hemen oracıkta eli kolu mücevherlerle dolu kırk köle belirmiş. Peşlerinde de mücevherleri koruyan nöbetçiler varmış. Ertesi gün, sultan gördükleri karşısında hayretler içinde kalmış. Daha önce böylesine büyük bir zenginlik görmemiş. Tam Alaaddin’i kızına eş olarak kabul etmek üzereymiş ki kıskançlıktan ne yapacağını ilemez hale gelen veziri Sultana:
– Peki kızınız ve damadınız nerede yaşayacaklar Sultanım? Diye sormuş. Bu beklenmedik soru karşısında bir an şaşıran, gözünü para hırsı bürümüş
Sultan, Alaaddin’e hemen büyük ve görkemli bir saray yaptırmasını söylemiş. Alaaddin, Sultanın isteğini duyar duymaz evine dönmüş; cin ile konuşmuş. Cin göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede isteği de yerine getirmiş. Eskiden bakımsız olan topraklarda şimdi görkemli bir saray yükseliyormuş. Artık bu düğüne kimse engel olamazmış Özellikle de Sultan, böyle zengin ve güçlü bir damat bulduğu için herkesten daha mutluymuş. Alaaddin’in inanılmaz şansı ve zenginliğini duymayan kalmamış.
Bir gün, Alaaddin’in sarayının penceresi altında garip bir satıcı belirmiş. Satıcı, Prenses’e:
– Eski lambalar alırım! Diye selenmiş. Aladdin’in bu sırrını yalnız annesi biliyormuş, o da kimseye söylememiş. Sultanın Alaaddin ile evlenen kızı Yasemin de bu konuda bir şey bilmiyormuş. Eski lambayı bu yeni lambalardan biriyle değiştirirse Alaaddin’i sevindireceğini düşünmüş. Ama bu lamba o satıcının eline geçince Alaaddin’in hiçbir gücü kalmamış. Lambayı ele geçiren büyücü, lamba cininden, sarayın içindeki prensesle birlikte başka bir yere taşınmasını dilemiş.
Alaaddin ve Sultan şaşkınmış. Olanların sihirli lambadan kaynaklandığını sadece Alaaddin biliyormuş. Onu inanılmaz bir zenginliğe kavuşturan cini gelmiş, dilek dilemek için bir şansı daha varmış. Hemen yüzüğü bulup parmağına geçirmiş; ovuşturunca ortaya çıkan cine:
– Beni karımı esir alan büyücünün yanına götür, demiş. Sözünü bitirir bitirmez kendini sarayının içinde bulmuş. Perdenin arkasına saklanmış, karısı büyücüye hizmet ediyormuş. Yavaşça Prenses’e seslenmiş. Alaaddin’in orada bulunduğunu fark eden Prenses:
Alaaddin buraya nasıl geldin? Diye sormuş. O da karısından sessiz olmasını, orada olduğunu büyücüye fark ettirmemesini istemiş. Elindeki tozu karısına uzatarak bunu büyücünün çayına karıştırmasını söylemiş. Büyücü çayı içer içmez derin bir uykuya dalmış. Alaaddin her yerde sihirli lambayı aramış, ama bulamamış. Mutlaka buralarda bir yerlerde olmalı demiş. Lambanın yardımı olmadan sarayı buraya nasıl taşıyabilirdi ki? Diye sormuş kendi kendine. Horlayan sihirbaza bakmış ve adamın dayandığı büyük yastığın arkasını kontrol etmiş. Lamba oradaymış. Alaaddin hemen lambayı ovuşturmuş. Lambadan çıkan cin, Alaaddin’e:
– Hoş geldiniz, Efendim! Bunca zamandır beni neden başkasına hizmet etmek zorunda bıraktınız? Diyerek onun gelmesine ne kadar sevindiğini belirtmiş.
Alaaddin de cine:
– Neyse ki artık benim yine hizmetimdesin, demiş. Benim yanımda olduğunu
Bilmek çok güzel, diye eklemiş. Bu kötü kalpli büyücüyü o kadar uzak bir yere gönder ki bizi bir daha bulamasın! Diye emretmiş. Cin memnuniyetle gülümsemiş ve elini çırpar çırpmaz büyücü ortadan kaybolmuş. Olup bitenler yüzünden hayli korkmuş olan Yasemin, Alaaddin’e yaklaşmış ve ona:
– Neler oluyor, bu cin de neren çıktı? Diye sormuş. Alaaddin de:
– Sakin ol, artık her şey yoluna girecek, demiş ve en başından başlayarak olanları ona anlatmış. Nihayet her şey eskisi gibiymiş. Alaaddin’le karısı sevinçle birbirlerine sarılmışlar. Yasemin, çok uzaklardaki babasına duyduğu özlemle, Alaaddin’e tekrar geri dönüp dönemeyeceklerini sormuş. Alaaddin, gülümseyerek ona bakmış; 
– Bir mucize sayesinde buraya kadar geldik, aynı mucize sayesinde tekrar ülkemize dönüp sonsuza kadar mutlu yaşayabiliriz, diye cevap vermiş. Bu arada Sultan, kızı damadı ve onların görkemli sarayı ortadan kayboldu diye çok üzülüyormuş. Ancak elinden hiçbir şey gelmiyormuş, çaresizlik içindeymiş. Bu gariplikleri açıklasınlar diye ülkenin ileri gelenlerini saraya çağırmış. Kıskançlık ve kinle dolu vezir sürekli, Alaaddin’in şansının sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyordum. Diye konuşuyormuş. Herkes Alaaddin’le Yasemin’i görmekten umudu kesmek üzereymiş ki, çok uzaklardaki Alaaddin, lambayı yine ovuşturmuş, cine:
– Beni, karımı ve sarayımızı hemen ülkemize geri götür! Diye emretmiş. Bunu duyan cinin parmağının bir hareketiyle saray yerden havalanmış ve gökyüzünde süzülmeye başlamış. Artık geri dönen saray yeniden eski yerine konmuş. Alaaddin ve Yasemin de Sultanla kucaklaşmaya koşmuş. O günden sonra hepsi bir arada mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler…

Kurnaz Karga Masalı

Kurnaz Karga Masalı

Karga sıcak bir yaz günü yıkanmak için dereye girmiş. Derenin serin sularında yıkanırken bir yengecin ayağına basıvermiş. Çok kızan yengeç, kıskacıyla karganın ayağına sıkıca sarılmış. Canı acıyan karga:
-“Bırak beni yengeç kardeş, canımı acıtıyorsun” diye yalvarıp yakarmış. Yengeç:
-” Sen benim ayağıma bastın, bende seni yiyeceğim” demiş. Karga:
-” İsteyerek olmadı, özür dilerim” diyerek yalvarmış, yakarmış ama birtürlü yengeç onu bırakmamış. Sonunda Kurnaz Karganın aklına bir fikir gelmiş. Yengece:
-” Eğer beni bırakırsan sana bir geyik getireceğim” demiş. Bu sözleri duyan yengeç kargaya:
-” Tamam bana bir geyik getirmen şartıyla seni bırakıyorum.” Karga kurtulur kurtulmaz evine doğru gitmek için uçmaya başlamış. Epey uçtuktan sonra susuzluğunu gidermek için yolunun üzerinde bulunan dere kenarına inmiş. Su içmeye başladığında karganın yanına gelen aç bir tilki:
-” Burada ne arıyorsun?” diye sormuş. Karga:
-” Su içmek için buraya indim” demiş ve suyunu içip tam havalanacağı anda tilki, karganın üzerine atlayıp onu yakalamış. Karga:
-” Tilki kardeş ben sana bir kötülük yapmadım bırak beni evime gidiyim.” demiş.Tilki:
-” Karnım çok aç, hiçbir yere gidemezsin seni yiyeceğim.” demiş. Karga:
-” Benim etim senin dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Beni bırakırsan seni içinde bir sürü balığın bulunduğu bir yere götürürüm, sende karnını bir güzel doyurursun.” demiş. Tilki karganın bu sözleri üzerine:
-” Ama ben yüzme bilmiyorum ki” demiş. Karga:
-” Sen kıyıda durup kuyruğunu suya daldırırsın, balıklarda gelir senin kuyruğuna yapışırlar, sende onları bir güzel yer karnını doyurursun” demiş. Tilki karganın söylediklerini kabul etmiş ve yengecin yaşadığı yere gelmişler. Karga tilkiye:
-” Sana söylediğim yere geldik, şimdi kuyruğunu suya daldır.” deyince tilki hemen kuyruğunu suya daldırmış. Bu arada karga yengece:
-” Sana söylediğim gibi güzel bir geyik getirdim. Çabuk kuyruğuna yapış” diye söylemiş. Yengeç sudaki etli kuyruğa öyle bir yapışmış ki, canı çok yanan tilki bütün gücüyle ormana doğru kaçıp giderken yengecide kuyruğunda beraberinde götürmüş. Tilki ve yengeç böylece kötülüklerinin cezasını çekmişler.
Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin, destursuz bağa girenin hali duman demişler. Ah ne duman, ne duman, yaşım üçmüydü, beşmiydi daha o zaman…

Yaban Kuğuları

Bir varmış bir yokmuş. Ülkenin birinde bir kral yaşarmış. Bu kralın onbir oğlu bir de kızı varmış. Bir gün kralın karısı ölmüş. Kral ve çocuklar Kraliçe’nin ölümüne son derece üzülmüşler. Gel zaman git zaman kral yeniden evlenmiş. Kralın yeni eşi kötü kalpli bir büyücüymüş. Çocukları da hiç mi hiç sevmiyormuş. Krala sürekli çocukların çok yaramaz olduğundan bahseder onları saraydan kovmak için fırsat kollarmış. Kral sonunda söylenenlere inanmaya başlamış. Kızını o yakınlarda yaşayan bir çiftçi ailenin yanına vermiş. Kız burada onbeş yaşını doldurana kadar kalacakmış.
Kralın onbir oğlu ise kötü kalpli kraliçe tarafından onbir kuğu kuşuna dönüştürülmüş. Çocuklar bir sabah saraydan uçarak ayrılmışlar. Aradan uzun yıllar geçmiş. Kralın küçük kızı yaşadığı çiftçi ailenin yanında onbeş yaşına basmış. Aynı gün saraya dönmüş. Babasını görmek için sabırsızlanıyormuş. Ancak üvey annesi bu güzeller güzeli ve melek gibi bir kalbi olan kızın saraya dönmesine çok sinirlenmiş. Ona büyü yaparak çirkin bir kız haline getirmeye çalışmış. Ancak yaptığı büyüler temiz kalpli olan insanlara etki etmiyormuş. İyi kalpli kızı büyüyle etkileyemeyeceğini anlayan kraliçe uykudayken kızın yüzünü kara bir boya ile boyamış. Saçlarını da karmakarışık püskül gibi dağıtmış. Kızı uykudayken yanına gelen kral, “Bu benim kızım değil” diyerek onun saraydan kovulmasını emretmiş. Genç prenses saraydan kovulduğu için çaresiz, gözyaşları içerisinde yollara düşmüş.
“Hiç değilse onbir kardeşimi bulayım, o zaman birbirimize destek oluruz. Kimse bize zarar veremez” diye ağlayarak bir ormana girmiş. Bu ormanda yaşlı bir kadın görmüş. Yaşlı kadını saygıyla selamlayarak onbir genç prens görüp görmediğini sormuş.
Yaşlı kadın:
– Güzel kız, onbir prensi görmedim ama akşamları deniz kıyısına inip konaklayan onbir kuğu gördüm, diye yanıtlamış.
Genç prenses boynu bükük oradan ayrılmış. Deniz kıyısına varmış. Az sonra yaşlı kadının bahsettiği onbir kuğu deniz kıyısına inmiş. Tam o anda kuğular onbir genç prense dönüşüvermişler. Genç prenses gözlerine inanamamış. Kardeşlerini hemen tanımış. Koşarak yanlarına gitmiş. Kardeşleri de genç prensesi tanımışlar. Birbirlerine sarılarak sevinç gözyaşı dökmüşler. Onbir prens, başlarından geçenleri anlatmışlar. Prensler ancak güneş battığı zaman insan şekline girebiliyorlarmış. Güneş doğduğunda ise yine kuğu oluyorlarmış. Güneş doğmasına yakın yine kuğuya dönüşeceklerini bilen onbir prens, kız kardeşlerini de yanlarında götürmek için kolları sıvamışlar. Orada bulunan sazlardan bir sepet yaparak, kız kardeşlerini içerisine oturtmuşlar. Tam bu sırada güneş doğmuş prensler onbir kuğu şekline girmişler. Her biri sepetin bir ucundan tuttuğu gibi başlamışlar uçmaya. Genç prenses bulutların üzerinden uçarken o kadar mutluymuş ki, sanki bir rüyada olduğunu düşünüyormuş.

Derken genç prenses sepetin içinde uyumaya başlamış. Rüyasında bulutlar ülkesinin perisini görmüş. Peri genç prensese:
– Eğer kardeşlerinin tekrar insana dönüşmesini istiyorsan onlara ısırgan otundan onbir giysi hazırlayacak ve giydireceksin. Ancak giysileri bitirinceye kadar kimseye bundan bahsetmeyeceksin. Yoksa kardeşlerin sonsuza kadar kuğu olarak yaşar, demiş ve kaybolmuş. Genç prenses uyandığında kardeşlerine rüyasından bahsetmemiş. Kardeşleri genç prensesi o yakınlarda bulunan bir ülkenin topraklarına bırakıp, geri dönmek üzere uçup gitmişler. Genç prenses orada, ısırgan otu toplamaya başlamış. Ama otu toplarken elleri şişerek yanıyormuş. Genç prenses ellerinin acımasına aldırmadan toplamaya devam etmiş. Kardeşlerinin kurtulacağını düşünerek acısını unutuyormuş. Genç prenses ısırganları toplarken, o civarda avlanan bir prens onu görmüş. Gördüğü kızın güzelliği karşısında etkilenen prens, hemen yanına gelerek selam vermiş. Genç prensese ne yaptığını sormuş ama genç prenses yaptığını kimseye söylememesi gerektiğinden bir şey söylememiş. Prens, genç prensesi sarayına götürmüş. Saray, genç prensesin çok hoşuna gitmiş.
Prens de oldukça iyi kalpli saygılı bir insanmış. Genç prenses prensle evlenerek yaşamaya başlamış. Genç prenses sarayda günlerini geçirirken kardeşlerini de unutmuyormuş. Gizli gizli topladığı ısırgan otlarını örerek kardeşlerinin giysilerini bitirmeye çalışıyormuş. Genç prensesin yaptıklarına bir anlam veremeyen prensin kuzeni sürekli onun bir büyücü olduğunu söyleyerek cezalandırılmasını istiyormuş. Önceleri söylenenlere aldırış etmeyen prens daha sonra inanmaya başlamış. Bir gece yine genç karısını saraydan çıkarken görüp takip etmiş. Bakmış genç prenses sağdan soldan ot topluyor, “Herhalde büyü yapmak için malzeme topluyor” diyerek adamlarına emir verdiği gibi genç prensesi yakalatıp zindana attırmış.
Genç prenses zindanda bile topladığı ısırganları örmeye devam etmiş. Ertesi gün genç prensesi kent meydanına götürmüşler. Burada bir mahkeme kurulup, cezasını verecekmiş. Tam mahkeme başkanı kararını açıklayacağı sırada gökyüzünden onbir beyaz kuğu gelip genç prensesin yanına konmuş. Genç prenses gelenlerin kardeşleri olduğunu anlamış. Hazırladığı onbir giysiyi kardeşlerinin üzerine atmış.
Giysileri giyen kuğular, onbir prense dönüşüvermişler. Yalnız giysilerden birisinin koluna ısırgan otu yetmediğinden en küçük kardeşinin kolları bir kuğunun kanadı gibi kalmış. İnsana dönüşen kuğular mahkeme başkanına ve ülkenin prensine başlarından geçenleri anlatıp kız kardeşlerinin suçsuz olduğunu anlatmışlar. Prens de karısının bir büyücü olmadığına çok sevinerek kendisinden af dilemiş. Genç prenses kardeşlerine kavuştuğu için başından geçen acı olayları unutarak prensi affetmiş. Hep beraber saraya dönmüşler. Eğlenceler düzenlenmiş, yemekler verilmiş.
Genç prenses kardeşleriyle yeni sarayında mutlu bir hayat sürmüş.

Orman Perisi’nin Gülleri Masalı

Orman Perisi’nin Gülleri Masalı
Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış.
Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş.
Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş.

Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş.
Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş.
Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.

Sihirli Nar Masalı

Sihirli Nar Masalı
Bir zamanlar, bir padişah oğullarını sınamak ve onları hayata hazırlamak için bir deneyime girişmek istemişti. Vezirleri ile danışarak bu isteğini gerçekleştirmek için bir plan hazırlamıştı.
Padişahın üç oğlu vardı: Şehzade Mehmet, Şehzade Selim ve Şehzade Murat. Bir gün onları çağırır ve düşüncesini açıklar. Padişahın istediği şudur; oğullarından her biri değişik bir ülkeye gidecek ve oradan hayranlık uyandıracak bir ürün veya çok değerli bir buluşu babalarına getireceklerdi.
Şehzade Mehmet İran’ın Şiraz şehrine gider. Bedestenleri, çarşıları dolaşır. Orada bir halı mağazasında gezerken sihirli bir halı görür. Halının özelliği üzerine oturulduğu zaman istenilen ülkeye hızlı bir şekilde gidilebilmektedir.
İkinci oğlu Şehzade Selim Hint ülkesine gider. Orada çeşitli çarşılar, ilim merkezleri, kuyumcu dükkanları görür. Harika işler satılan bir merkezde sihirli bir ayna görür. Aynanın özelliği uzaktaki bir ülkede neler olduğunu göstermektedir. Böyle bir alete sahip olduğu zaman kardeşlerine göre üstün bir başarıya sahip olacağını düşünür ve onu satın alır.
Üçüncü şehzade Buhara şehrine gider ve orada gezerken bir alim ona nar ağacını tanıtır. Narın en önemli özelliği; en ölümcül hastalara bile yedirildiği zaman onları iyileştirmektedir. Üç kardeş de önceden kararlaştırdıkları gibi yolculuğa çıkmadan önce toplantı yaptıkları bir kervansarayda buluşurlar. Önce birlikte olmanın sevincini yaşarlar. Sonra birbirlerine, buldukları harika ürünleri gösterirler.

Şehzade Selim Gülnaz Sultan’ı merak eder ve devran aynasında onu görmeye çalışır. Gördüklerinden şaşkına döner. Gülnaz Sultan’ın ölümcül hasta olduğu anlaşılır. Şehzade Mehmet sihirli halı ile hemen Sultan Hanım’ın yanına gidebileceklerini söyler. Çok geçmeden istekleri gerçekleşir. Tez bir zamanda Gülnaz Sultan’ın odasında toplanırlar.
Şehzade Murat hemen Buhara şehrinden getirdiği sihirli nar meyvesini heybesinden çıkarır ve kubaklarını soyarak Gülnaz Sultan’a sunar. Onu yer yemez prenses hemen canlanır.
Üç kardeş de aynı soylu hanım ile evlenmek istemektedirler. Sonunda prensese kiminle evlenmek istediği sorulur. Gülnaz Sultan Şehzade Mehmet’e sorar;
“Şehzadem siz geldiğiniz günden beri halınızda bir değişiklik oldu mu?”
Şehzade Mehmet şöyle der;
“Hayır prenses hazretleri!”
Sonra Gülnaz Sultan, Şehzade Selim’e sorar;
“Şehzade hazretleri sizin sihirli aynanızda bir değişiklik oldu mu!”
Şehzade Selim;
“Hayır sultan hanım bir değişiklik olmadı!”
Sonra Gülnaz Sultan Şehzade Murat’a sorar;
“Sizin getirdiğiniz hediyede bir değişiklik oldu mu?”
Şehzade Murat;
“Evet sultan hanım, bunun değerlendirmesini size bırakıyorum. Takdir sizindir!”
Bunun üzerine Gülnaz Sultan şöyle dedi;
“Sevgili aile büyüklerim, kıymetli dostlarım. Şehzade Murat paha biçilemez değerde olan sihirli narının bir parçasını bana verdi. Gördüğünüz gibi hemen sağlığıma kavuştum. Şehzademiz eğer isteseydi bu kadar üstün şifa verici özelliği olan bir meyveyi kendisi için saklayabilirdi. Bu fedakarlığını takdir etmemiz lazım. Ben evlenme konusunda seçimimi yaptım. Şehzade Murat, gönül zenginliği ile beni mutlu etti. Onunla evlenmekten mutlu olacağım.”
Gülnaz Sultanın bu akıllı kararı herkesi mutlu etti. Padişah görkemli bir törenle oğlu Şehzade Murat ile Gülnaz Sultan’ı evlendirdi. Onlar erdi muradına biz girelim sıcacık yatağımıza.. Bol bol nar yemeyi unutmayalım çünkü nar şifa kaynağıdır.

Kitap Okumanın Çocuk Gelişimi Üzerindeki Etkileri

Kitap Okumanın Çocuk Gelişimi Üzerindeki Etkileri
Kitaplar çocuğun, duygusal, bilişsel ve sosyal gelişimi açısından büyük öneme sahiptir. Kitaplar çocuğun bilgi dünyasını genişletir ve böylece duygularını ve düşüncelerini daha iyi ifade etme yetenekleri gelişir. Resimli hikaye kitapları çocuğun hayal dünyasına bir pencere açar ve hikaye karakterlerinin de yardımıyla farklı bakış açıları edinmelerine yardımcı olur. Yani masallar ve hikaye kitaplarının içindeki figürler ve mesajlar çocuğun öğrenme sürecinde önemlidir. Özellikle mesaj içeren ve eğitici değer taşıyan masallar gelişimi olumlu yönde etkiler. Ayrıca anne ya da babayla okunan masal ve hikaye kitapları anne-çocuk, baba-çocuk iletişimini güçlendirir.

5-6 yaş grubu çocuklarda yapılan bir çalışmada resimli hikaye kitaplarının çocuğun duygu düzenleme yeteneğine olan etkisi araştırılmıştır (Tsai,2012). Bu çalışmada ikisi araştırma grubu ve biri de kontrol grubu olmak üzere üç katılımcı grubu vardır. Araştırma gruplarından birine duygularla ilgili bir kitap okutulup yanında da İngilizce alfabeyle ilgili çalışmalar yaptırılırken, diğer araştırma grubuna da yine duygularla ilgili bir kitap okutulmuş ve yanında da duygularla ilgili başka bir aktivite yaptırılmıştır. Kontrol grubuna ise hayvanlarla ilgili bir hikaye kitabı okutulmuş ve İngiliz alfabesiyle ilgili bir takım çalışmalar yaptırılmıştır. Müdahale programı araştırmasının sonuçlarına göre, iki araştırma grubundaki çocuklar da kontrol grubuna göre duygu anlama ve duygu düzenlemede daha yüksek skorlar elde etmişlerdir. Bu da okul öncesi çocuklara duygularla ilgili kitap okumanın çocukların duygu gelişimi açısından olumlu sonuçlar verdiğini gösterir.
Aynı zamanda literatüre göre, okul öncesi dönemde ebeveynlerle birlikte okunan resimli kitapların ebeveyn ve çocuklara konuyla ilgili tartışma fırsatı tanıdığı ve böylece çocuğun dil gelişimini ve erken yazın yeteneğini geliştirdiği dile getirilmektedir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, erken çocukluk döneminde çocukları kitapla tanıştırma etkinliklerinin aile tarafından üzerinde durulması çocuğun dil gelişimi, duygusal gelişimi ve sosyal gelişimi açısından büyük önem taşımaktadır.
Arzu Çalışkan
Uzm. Gelişim Psikoloğu

Bilge Dede ve Mucize Kız Masalı

Bilge Dede ve Mucize Kız Masalı
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berberlik yaparmış. Sen ninenin beşiğini tıngır mıngır sallarken sizi gören melekler gıpta ile bakarmış…
Ülkelerin birinde bilge bir insan yaşarmış. Varlığından haberdar olan herkesin fikirlerine saygı gösterdiği, hayatın devamı için tavsiyeler istediği, karşılaştıkları olayları yorumlatıp gelecekle ilgili görüşlerini aldıkları bu bilge adamın tatlı mı tatlı bir dili, herkesi kendine hayran bırakan hoş sohbeti, kimseyi kırmayan sımsıcak bir yüreği varmış.
Bilge Dede, yüce bir dağın yamacında, bahçe içinde, bizzat kendisinin yaptığı söylenen bir evde yaşarmış. Bahçesinin içinden akan şirin bir dere, dere kenarında gelincikler, karanfiller, kır çiçekleri, güller renk harmanı gibi karşılarmış geleni. Güllere konan kuşlar, bülbüller, derenin şırıltısı Bilge Dede’ye gelen konukları, hemen büyülermiş zaten.
Bilge Dede’nin evinde gelen konuklara meleklerin hizmet ettiği, yemek yaptığı, ortalığı temizlediği anlatılırmış o ülkede. Her gelen konuk, istediği kadar kalabilir ve her istediğini sorabilirmiş Bilge Dede’ye…
Bilge Dede’nin en önemli özelliği, hiç kimseye hiçbir soru sormamasıymış. Zaten kapısının üstünde de şu cümle yazılı imiş:
“Burada herkesin sorusuna cevap verilir, hiç kimseye hiçbir soru sorulmaz…”
Bilge Dede’nin inanılmaz bir huyu da kimseden hiçbir şey kabul etmemesi, istememesi ve beklememesi imiş… Kaynağını kimsenin bilmediği ve herkesin hayran olduğu bir paylaşımcıymış Bilge Dede… Her gelen konuğuna bir şeyler ikram eder, sofrası hep açık olur, özellikle çocukları çok sevindirirmiş…
Bilge Dede çok okurmuş. Geçmişte çok gezdiği de söylenirmiş çevrede. “Görmediği yer yok!” diye herkes birbirine anlatırmış hep. Nasihatlerinden faydalanan insan sayısı öyle çokmuş ki Bilge Dede’nin, ünü bütün ülkede hatta civar ülkelerde de duyulmuş.
Yaşlı, genç, kadın, erkek, fakir, zengin herkes, başı sıkıştığında Bilge Dede’ye koşarmış. O da herkesi büyük bir sabırla dinler, biraz düşünür, sonra da fikirlerini söylermiş. Sesi öylesine yumuşakmış ve öylesine işlermiş ki insanın içine, sanki herkes karşısında erirmiş Bilge Dede’nin.
İnsanın gözlerinin içine bakarmış konuşurken. Kapkara gözlerinin içine alırmış karşısındaki insanı âdeta. Gözlerinde eritirmiş baktıklarını. Sonra yine o gözleri ile tebessüm eder ve yine o gözleri ile konuşurmuş…
Konuklarına yaşanmış öyküler anlatırmış Bilge Dede, örnekler verirmiş yaşanmışlıklardan.
Gel zaman, git zaman günün birinde uzak ülkelerin birinden bir genç kız çıkagelmiş Bilge Dede’ye. Güzel mi güzel, tatlı mı tatlı bir kızmış. Başak sarısı saçları varmış, bal gibi gözleri.
Bilge Dede’nin bu tatlı konuğu, birkaç gün kalmasına rağmen bir türlü anlatamamış anlatmak istediklerini ve soramamış Bilge Dede’ye soracaklarını.
Bilge Dede ise hiçbir konuğuna soru sormadığı için “Bir derdin mi var kızım, sormak istediğini neden sormuyorsun?” dememiş konuğuna. Günler böyle akıp gitmeye, konuklar da bu güzel kıza şaşkınlıkla bakıp durmaya devam etmiş…

Güzel ve tatlı kız giderek evin kızı gibi olmuş. Gelenlere hizmet etmeye, evi temizlemeye başlamış. Konuklar da kıza çok ısınmışlar. Hatta zamanla aralarında “Allah herhâlde Bilge Dede’ye bir melek yolladı gökyüzünden!” diye düşünmeye başlamışlar.
Bilge Dede’nin evi daha da şenlenmiş sanki yeni konukla. Bu Bilge Dede’yi de mutlu etmiş. Günler geçtikçe birbirlerini daha çok sever olmuşlar. Tatlı kız da soru sormadan Bilge Dede’den hayat dersleri alıyormuş sanki. Onun konuklarına verdiği örnekleri can kulağı ile dinliyor ve nasihatlerini not ediyormuş akıl ve yürek defterine her gün.
Bilge Dede, bu konuğuna kendince bir isim bulmuş ve ona “Bundan sonra senin adın Mucize Kız olsun” demiş. Çünkü herkes de böyle olduğuna inanıyormuş zaten. Tatlı konuk kızın adı Mucize Kız olmuş o günden sonra.
Bilge Dede, adını koyduktan sonra Mucize Kız’a her gün bir hayat dersi vermeye başlamış, tabii yine ona hiçbir şey sormadan. İlk günkü nasihati şu olmuş Bilge Dede’nin:
“Ömrünü yaşadığın an bileceksin kızım…
O anı da bir ömür gibi yaşayacaksın…”
Sonra, Mucize Kız’ın tatlı gözleriyle kapkara gözlerine bakıp bu dersi biraz daha ayrıntılandırmasını beklediğini hissedince devam etmiş Bilge Dede:
“Sevgini, mutluluklarını, yüreğinin sıcaklığını ertelemeyeceksin kızım. O yaşadığın an, senin ömründür. Bir an sonrası olmayabilir yaşamında. Eğer yaşamazsan o an hissettiklerini, sonra bunun için pişmanlık duyabilir ve ‘bilseydim ertelemezdim yaşamak istediğimi’ dersin…”
Mucize Kız’ın gözleri bulutlanmış, çok ötelere gitmiş bakışları. Sanki geçmişte birilerini, bir şeyleri arıyormuş. Yaşayamadıkları, ertelediği düşleri, belki bir gün diyerek yapmadıkları, yapamadıkları gözlerinin önünden geçmiş birer birer.
Bilge Dede, tüm olup bitenleri biliyormuş gibi devam etmiş sözlerine:
“BİR GÜN kelimesi, dağarcığında BUGÜN, BU AN, HEMEN kelimelerinin yerini almamalı kızım. Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu şimdi görmeli, bugün duymalı ve hemen yapmalısın Mucize Kız’ım.”
Bilge Dede, gökyüzü gibi gözlerinden yağmur damlaları gibi yaşlar dökülmeye başlayan Mucize Kız’ın başını dizlerine yatırmış. Saçlarını okşamış. Şefkatle silmiş gözyaşlarını ve ilk günkü yaşam dersini şu nasihat ile noktalamış:
“Hiçbir şeyini özel bir gün için saklama kızım; çünkü yaşadığın her gün özeldir ve Allah’ın sana vermiş olduğu en güzel armağandır. Sakladığın ve o anda özel bildiğin şeyi yaşayamazsan sonra özelliğini yitirebilir ve dönüp o günkü güzelliği ile yaşama fırsatı bulamayabilirsin Mucize Kız’ım!”
Mucize Kız, Bilge Dede’sine sarılmış ağlayarak. Dakikalarca öylece kalmışlar. Bilge Dede’nin beyninden, yüreğinden, ellerinden, gözlerinden âdeta yüksek gerilimli bir elektrik akıyor gibi olmuş Mucize Kız’ın ruhuna, yüreğine, beynine, ellerine, gözlerine. Bu akış bitince ayrılmışlar. Mucize Kız, Bilge Dede’nin yanaklarından öpmüş, gözlerinden ve ellerinden; ikisi de mutluluğun son noktasındaymışlar o an…
O günden sonra da devam etmiş Bilge Dede ile Mucize Kız’ın hayat dersleri sonsuza kadar. Ama Mucize Kız, artık “ömrünü yaşadığı an biliyormuş” ve hiçbir şeyini “bir gün” diyerek saklamıyor, yaşadığı her günü özel bir gün, kıymetli bir armağan olarak algılayıp mutluluğun tadını çıkarıyormuş.
Masalımız da burada sona ermiş.
Her masaldan sonra gökten düşen üç elma yine düşmüş başımıza.
Biri benim başıma, biri senin başına, üçüncüsü de “biz”im başımıza…
Osman Güzelgöz

Pisboğaz Kurt ile Leylek Masalı

Pisboğaz Kurt ile Leylek Masalı
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ormanın birinde yaşayan uyanıkmı uyanık bir tilki varmış. Lakin bu tilkinin en kötü huyu pisboğaz olmasıymış ne bulsa yer gözü hiç doymazmış. Bir gün yerde gördüğü ne olduğunu bilmediği bir kemik parçasını yiyeyim derken kemik boğazına takılmasınmı. Ne yapmışsa, ne etmişse boğazındaki kemik parçasını çıkaramamış. Nefes alırken bile güçlük çekiyormuş.
Ormandaki hastalarla ilgilenen her hayvanın derdiyle ilgilenen yardımsever Leylek gelmiş aklına:
“Gideyim de Yardımsever Leylek çıkarsın kemiği, çıkarsa çıkarsa bir o çıkarır demiş!..” demiş. Başlamış koca ormanda Yardımsever Leyleği aramaya az gitmiş uz gitmiş araya araya yardımsever leyleği hasta sincabın yaralarını tedavi ederken bulmuş.
-‘’Aman leylek kardeş, yaman leylek kardeş ocağına düştüm, kurtar beni bu beladan leylek kardeş’’ demiş.
Yardımsever Leylek Tilkinin boğazına bakıp:
-‘’Korkma Tilki kardeş şimdi çıkarırım boğazındaki kemiği. Benim için çocuk oyuncağı bir şey. Aç ağzını bakalım kocaman, gagam uzun, o kemiği hemen yerinden çıkarırım sen de sağlığına hemencecik kavuşursun’’ demiş.
Böylece uzun gagasını tilkinin boğazına sokan leylek tilkinin boğazındaki kemiği dikkatlice çıkarmış. Boğazındaki kemiğin çıktığını gören tilki sevinçle:

-Oh be. Dünya varmış be! Bir anda rahatladım demiş..
İşi görülen sağlığına kavuşan tilki bir teşekkür bile etmeden ordan uzaklaşıcakken Yardımsever Leylek tilkinin arkasından seslenmiş:
-Bişey unutmadın mı tilki kardeş? “Teşekkür etmeyi unuttun sanırım” demiş.
-Ne? demiş tilki. Birde teşekkür mü edeceğim? sen aklını ekmek peynirle mi yedin? Gaganı gırtlağıma soktuğunda sana bir oyun edip ağzımı kapasaydım, halin nice olurdu, hiç düşündün mü? Buna şükredeceğine bir de kalkmış teşekkür istiyorsun. Allah Allah ne günlere kaldık yahu!.. demiş.
Bu duruma çok şaşıran Yardımsever Leylek:
-Gün ola harman ola yine bana işin düşerse bu söylediklerini unutma sakın demiş. Aradan çok zaman geçmiş günler günleri geceler geceleri kovalamış. Bizim Pisboğaz tilki bir gün yine pisboğazlığının kurbanı olmuş ve bu sefer de bir çalı dikeni takılmasınmı boğazına. Tekrardan düşmüş yollara Yardımsever Leyleği bulmaya. Karşısında pisboğaz tilkiyi gören Yardımsever Leylek çok şaşırmış.
-Yine ne oldu tilki kardeş.Boğazına birşeymi kaçtı.demiş.. Daha önce yaptığı hatayı anlayan pisboğaz tilki boynu bükük bir şekilde :
-Evet leylek kardeş ocağına düştüm geçen sefer yaptığım terbiyesizlikten dolayı beni affet.Söz veriyorum bir daha bana iyilik yapanlara teşekkür etmeyi unutmayacağım, demiş. Hatasını anlayan pisboğaz tilkiyi affeden Yardımsever Leylek tilkinin boğazındaki dikeni çıkarıp, sağlığına kavuşmasını sağlamış. O gün bu gündür pisboğaz tilki kibar biri olmaya karar vermiş. Şimdi ise ormandaki tüm hayvanlar pisboğaz tilkiye Kibar Tilki demeye başlamış..
Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı anlatana, biri okuyana, biri de bu masaldan ders çıkaranlara..

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...