Hamamcının Kızı Hikayesi

Hamamcının Kızı Hikayesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde bir ülkede hamamcı ve karısı yaşarmış. Küçük bir de hamamları varmış. Geçimlerini bu hamamdan sağlarlarmış. Mutlu yaşantılarının tek eksiği bir bebekmiş. Hamamcı da karısı da her gün Allah’a dua ederlermiş. Gel zaman git zaman günlerden bir gün Allah dualarını kabul etmiş. Onlara nur topu gibi bir kız çocuğu vermiş. Ama bu bebeğin doğduğu gün öyle bir şey olmuş ki, herkesi hayrete düşürmüş.
Hamamcının karısı hamamda yalnız olduğu an bebeği dünyaya getirdi Tam bu sırada beş tane ak sakallı dede belirmiş. Kadın korku ve şaşkınlıkla dedelere bakarken dedelerden biri elindeki bileziği bebeğin koluna takmış. Demiş ki:
– “Bu bilezik bebeğin kolundan çıkarsa yaşamı sona erecek. Koluna bilezik takılırsa can bedene geri gelir” demiş.
2.dede bebeğin saçını okşayarak:
– “Saçını yıkadıkça su yerine altınlar dökülecek”
3.dede yanaklarına dokunup:
– “Güldükçe yanaklarından güller düşecek”
4.dede gözlerine dokunup:
– “Ağladıkça gözlerinden yaş yerine inciler dökülecek.”
5.dede ise:
– “Yürüdükçe ayaklarının altında çimler bitecek”
Ak sakallı dedeler bütün bunları söyledikten sonra gözden kaybolmuşlar.
Kadın bunlara inanamamış. Korku ve şaşkınlıkla bebeği kucağında hamamın bir köşesinde otururken kocası çıkagelmiş. Hemen ayağa fırlayıp ona olanları anlatmış. Hamamcı bebeği alıp yıkamaya başlamış. Bebeğin saçından su yerine altınlar döküldüğünü görünce her ikisi de olanlar inanamamış. Altınları bir çuvala doldurarak kuyumcuya götürüp satmışlar. Geri kalanını da fakir fukaraya dağıtmışlar.
Aradan yıllar geçmiş. Çok güzel bir kız olmuş. Ünü bütün ülkeye yayılmış. Genç kız bir gün camdan bakarken kapının önünden geçen bir delikanlı onu görüp beğenmiş. Hemen ailesini gönderip onu istetmeye karar vermiş. Kısa bir süre sonra da söz kesilmiş,düğün dernek kurulmuş. Oğlan gelin almaya komşusu ile kızını göndermiş. Komşunun kızı da oğlanı severmiş. Oğlan bunu bilmediği için gelin almaya bunları göndermiş. Komşu kadın ve kızı gelip gelini alıp yola koyulmuşlar. Kısa bir süre gittikten sonra genç kız onlara susadığını söylemiş. Kadın:
– “Gözlerini verirsen sana su veririm.” demiş. Genç kız şaşırmış. Ama çaresiz “gözlerimi veririm” demiş. Daha sonra kadın arabayı durdurup genç kızı yolun kenarındaki köy kuyuya atmış ve oradan uzaklaşmışlar. Oğlanın yanına gelince “Gelin seni istemedi ve yolda indi” demişler.

Oğlan buna kızıp komşunun kızıyla oracıkta evlenivermiş. Genç kız ise kuyunun dibinde ağlıyormuş. Ağlarken göz çukurlarından dökülen inciler kuyuyu doldurduğu için kız kuyudan çıkmış. Oradan geçen yaşlı bir adam genç kızı görmüş ve ona ne olduğunu sormuş. Genç kız başından geçenleri yaşlı adama anlatmış. Yaşlı adam olanlara çok üzülmüş. Kızı alıp evine götürmüş. Karısına her şeyi anlatmış. O günden sonra kız onlarla beraber yaşamaya başlamış. Yaşlı adam ve karısı geçim sıkıntısı çekiyorlarmış. Genç kız da buna çok üzüldüğü için adama demiş ki:
– “Ben gülünce yanaklarımdan güller dökülüyor. Bu güllerin güzellerini seçip satalım. Böylece geçim sıkıntısı çekmeyiz.”
Adam bunu kabul etmiş. Ertesi sabah erkenden kalkıp sepetlere biriktirdikleri gülleri yerleştirip satmaya çıkmış. Gezinirken tesadüfen genç kıza kötülük yapan anne ile kızın oturduğu mahalleye gelmiş. Camdan gülleri gören kız dışarı fırlamış. Yaşlı adamı durdurup ondan gül almak istediğini söylemiş. Alacağı gülleri seçerken adama:
– “Bunlar o kadar güzel ki kendiniz mi yetiştiriyorsunuz?demiş. Yaşlı adam bütün olanları anlatınca kız her şeyi anlamış. Hemen annesine gidip olanları anlatmış ana kızı bir telaş almış ve hemen bir çare aramaya başlamışlar. Çünkü oğlan ile kız tesadüfen karşılaşıp her şey ortaya çıkarsa onlar için hiç de iyi olmayacağını biliyorlarmış. Bir bohçacı kadın bulup yaşlı adamın evini tarif etmişler.
– “Orada bir genç kız var onun kolundaki bileziği bize getir demişler. Bohçacı kadın yaşlı adamın evine gitmiş kendini acındırmış ve o gece orada kalmayı başarmış. Geceleyin herkes uyuyunca kızın kolundaki bileziği çıkarıp hemen kadına getirmiş. Ertesi sabah yaşlı adamla karısı kızı uyandırmak için yanına gitmişler ama kolundaki bileziği göremeyince öldüğünü anlamışlar ve çok üzülmüşler. Onu o kadar seviyorlarmış ki toprağın altına koymaya kıyamamışlar. Camdan bir tabut yaptırıp içine koymuşlar. Tabutu da dağın en yüksek yerine koymuşlar.
Bu arada anne kız ise satın aldıkları gülleri bir cam vazoya ıslatmışlar. Bileziği de bu cam vazonun içine güllerle aynı yere koymuşlar. Ama ne tesadüf ki oğlan bileziği görünce tanımış ve ana kıza olup biten her şeyi anlattırmış. Daha sonra yaşlı adamın evine gitmiş. Onlara genç kızın nerede olduğunu sormuş,onlar oğlanı alıp kıza götürmüşler, Oğlan bileziği sevdiğinin koluna takıp ona yeniden can vermiş.
O günden sonra birbirlerinden hiç ayrılmamışlar. Anne kıza gelince yaptıklarının cezasını çok kötü ödemişler. Kız ülkesinde yürüdükçe ayağının altında yemyeşil bereketli otlar büyümüş. Ülke mutlu olmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Ağaçtan üç elma düşmüş,biri bana ikisi size.

Sağır Kurbağa Hikayesi

Sağır Kurbağa Hikayesi
Kurbağalar bir gün yarışma düzenlemiş. Hedef; çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış.
Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:
”Zavallılar! hiçbir zaman başaramayacaklar!”

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırmaya devam ediyorlarmış:
”Zavallılar! hiçbir zaman başaramayacaklar!”
Sonunda bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar.
Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içerisinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş;
”Bu işi nasıl başardın?” diye.
O anda farkına varmışlar ki; Kuleye çıkan kurbağa sağırmış!
Siz de, hayallerinizi gerçekleştiremeyeceğinizi söyleyen söz ve kişilere karşı hep sağır kalın. Olumsuz düşünen insanları duymayın!..

KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ

KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ
Küçük istavrit yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya…
Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.
“Dudağı yarıklar” denir
şanslıdır onlar hani
görüp de gökyüzünü, insanı
oltadan son anda kurtulanlar.
Ne çare balıkçının parmakları

hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende
ansızın uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.
İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.
İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına
iki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle saldım denizin sularına.
Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime avuçlarıma bırakarak.
Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler neden yaptın bunu niye?
” Bir gün dedim bulursam kendimi
yeşil leğendeki
küçük istavrit kadar çaresiz
Son ana kadar
hep bir umudum olsun diye… “

Korkak Tilki Hikayesi

Korkak Tilki Hikayesi

Tilkinin biri ormanın içinde son hızla kaçıyordu. Kurt onun bu telaşını görünce sorar:
– Yahu, kan ter içinde nereye, bu telaşın nedir senin?
– Hükümet bir karar almış da.
– Neymiş o karar?
– Bütün develer yakalandıkları yerde kesileceklermiş.
– Behey ahmak, bundan sana ne? Sen deve olmadığın gibi, ona benzer bir tarafın da yok.
Tilki manalı bir cevap verir:
– Öyle deme, iftiracının biri kalkar benim deve olduğumu ihbar eder de ele bir kere geçersem, deve olmadığımı ispatlayıncaya kadar kim bilir kürkümü hangi tüccar karısı giyer.

Başını Vermeyen Şehit Hikayesi

Başını Vermeyen Şehit Hikayesi
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar… yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
– Oynamayın şu hayvanla…
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:
– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu.
Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
… Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
– Hey, çavuşbaşı… Hey!…
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
– Ne var?
– Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
– Bize geliyorlar… dedi:
Çavuşa döndü:
– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama, yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzeninegirmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: “İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çekildi:
– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.
– Öyleyse hazır olalım. Haydi…
Bir gürültüdür koptu;
– Hazırız…
– Hepimiz, hepimiz…
– Hepimiz, hepimiz hazırız.
– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
– Yatağanlanmız keskin…
– Bugün nusret bizim.
– Amin, amin…
Kuru Kadı, “Ey alemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular… bir ağızdan.
– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma… hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?
– Hayır.
– Hayır, asla…
– Hayır.
– O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?
– Hay hay!
– Uygun…
– Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.
… Bozgun başladı.
Deli Mehmet’le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’inalayına dalmış kesiyor, kesiyor… inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağınyor,
– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Bâşını verme Mehmet!…
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.
– Nasıl, gördün mü bu civanı?
– Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;
– Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden “Yasin” okumağabaşladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
– Hüsrev.
– Efendim?…
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başı kabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,
– Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.
– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
– “Gözlüye hotti gizli yoktur!”
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.

Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu.
– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
– Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.
– Kimdir?
– Bilemezsin…
– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
– a şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!…
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki… kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyunuzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı. O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı..?

BİTMEYEN BUĞDAY HİKAYESİ

BİTMEYEN BUĞDAY HİKAYESİ
Bir zamanlar uzak bir ülkede iki erkek kardeş yaşarmış birlikte babalarından kalan çiftlikte çalışırlarmış. Büyük kardeş evliymiş. Çocukları da varmış. Küçüğü ise evli değilmiş. Her akşam iki kardeş topladıkları buğdayı eşit bir şekilde bölüşürler kendi ambarlarına götürürlermiş.Bir gün küçük kardeş kendi kendine:
“Buğdayı eşit bölmek doğru değil. Çünkü benim eşim ve çocuğum yok. Fazla buğdaya da ihtiyacım yok.” Diye düşünmüş. Gece vakti gizlice kendi buğdayından bir çuval alıp, kardeşinin buğday ambarına götürmüş.
O günlerde ağabey de kardeşini düşünüyormuş:

“Benim canım kardeşim yapayalnız yaşıyor. Yaşlanınca ona bakacak çocukları bile yok. Benim çocuklarım yaşlanınca bana bakarlar. İyisi mi ben kendi buğdayımdan kardeşime vereyim.”
O da gece kalkmış. Gizlice kardeşinin ambarına gitmiş. Kendi buğdayından bir çuvalı kardeşinin ambarına bırakmış.
Böylece birbirlerinden habersiz her gece aynı şeyi yapmaya başlamışlar. Bu yüzden ikisinin de buğdayı azalmıyormuş. İkisi de “ Allah Allah buğdayım neden hiç azalmıyor ?” diye merak edip duruyormuş.
Bir gece ağabey yine sırtına bir çuval buğday almış. Kardeşinin ambarına götürecekmiş. Az sonra karşısında ne görsün? Kardeşi de bir çuval buğdayla onun evine gitmiyor muymuş? İşte o an iki kardeş neler olduğunu anlamışlar. Çuvalları bırakıp sevgiyle birbirlerine sarılmışlar.
İşte kardeşlik bu..

Sakanın Eşeği

Bilgi: “Saka” konak gibi evlere çeşmelerden su taşıyan hizmetli kişilere saka denir.

Sakanın EŞEĞİ‏

Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu. Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:
– “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.

Saka yana yakıla anlattı:
– “Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.


Padişahın ahır başı:
– “Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.

Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların halini görünce:
– “Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yarattığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?” dedi.

Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.

Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti…

Mevlananın mesnevi hikayelerinden bir hikayeyi sizlerle paylaştık.

Oduncunun Talihi Hikayesi

Oduncunun Talihi Hikayesi

Vakti zamanında pek çalışkan bir adam varmış. Ama çalışarak kazandığı para karnını doğru dürüst doyurmaya bile yetmezmiş. İşi evden eve odun taşımak, ev hanımlarına yakacak satmakmış. gene bir gün ormanda çalışıyorken garip sesler gelmiş kulağına. Aldırmayıp, kente satmak için indireceği odunları kesip yığmaya devam etmiş. kendini işine kaptırmış çalışırken fil çığlığına benzer bir ses işitmiş yeniden. Çok korkmuş ama korkusunu bastırıp, ne olduğunu anlamak için yürümüş dosdoğru sesin geldiği yana. Bir de bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, dolanmış dallara, çalılara, çıkamıyor. hemen koşmuş, dalları kesip kızı kurtarmış. “Kimsin, adın ne?” diye sormuş oduncu. “Önce sen söyle bana adını” demiş kız.

Şaşkınlığa düşen oduncu kekeleyerek adını söyleyince, “Bak” demiş kız, “Sen beni tanımazsın. Ama ben seni tanırım. Ben senin talihinim. İşte o dalları kestiğin yerde hak ettiğin paralar duruyor, al onları.” “Para mı, ne parası” demiş, oduncu ürküntü içinde. “Elbette sen bunca yıl çalıştın, çok paran oldu. hiç korkma, al onu. Bu paranın hepsi senindir. Ne istersen yapabilirsin onunla.”


Başka soru soramadan almış adamcağız paraları. Tüm olanları bir düş sanıyormuş. yarı şaşkın yarı sevinçli evine dönmüş. evde eşi de inanmamış anlattıklarına. Hayatlar birden farklılaşmış, mutlu olmuşlar. Herkes görüyormuş yaşamlarının değiştiğini. Başlamışlar bu parayı nereden buldunuz diye zavallıları sorgulamaya. Merak ediyorlarmış nasıl elde ettiklerini, böyle evi yeniden döşeyecek, yeni mobilyalar, giysiler alacak zenginliği. Adam sorulara cevap verirken yalnızca diyormuş ki, “Ormanda talihimle konuştum.”

Köyün en tembeli olan bir adam bunu duyunca acele koşup ormana gitmiş talihini çağırmaya. Ormanın içinden bir kocakarı çıkmış kötü talih karşısına, yüzü bumburuşuk, üstü başı hırpani, perişan. Tembel adam korkarak, “Böyle çirkin ve korkunç olan sen benim talihim misin?”

“Ya nasıl olmalıydım sence? Hiç çalışmadan talih istiyorsun. Önce çaba göster, sonra görelim ne ola…”

Tembel adam çalışmak lafını duyunca yokuştan aşağı koşmuş, kuyruğuna neft yağı sürülmüşçesine. sonra da bir şeycik edinememiş yaşamında. Eren ermiş muradına, biz de geldik masalımızın sonuna.

En Güzel Çiçek Hikayesi

En Güzel Çiçek Hikayesi

İki boncuk gibi parlayan iri mavi gözleriyle bir çiçek kadar güzelmiş Maviş. Annesi altın gibi ışıldayan sarı uzun saçlarını örer, bu örgüler üzerine beyaz bir kurdeleyi bir kelebek gibi kondururmuş. Sonra nar kırmızısı entarisinin altına beyaz pabuçlarını giyermiş Maviş. O zaman da bu küçük kıza bir bakan bir daha bakmaktan kendini alamazmış. O yıl yedi yaşına basıp okula başlamış Maviş. Daha ilk günden öğretmeni ve arkadaşları pek sevmişler onu. Maviş de bu yeni ortama çabucak alışıvermiş. Sabah olup da kahvaltısını yedi mi anne ve babasını öper, heyecanla okul yoluna koyulurmuş arkadaşlarını bir an önce görmek için.

Günler haftalar geçmiş. İlkin karlı soğuk kış günleri, ardından da ılık aydınlık bahar günleri inmiş yere göğe. Doğa yeni bir doğumun coşkusunda binbir renge boyanarak güzelliğinin doruklarına ulaşmış. Havayı kuş cıvıltıları, çiçek kokuları sarmış gün boyu. Sular çağlayıp coşmuş, ağaçlar çiçekli dallarıyla bu coşkunun bir renk türküsü olmuş sanki. Bu günlerin birinde öğretmenleri, Maviş’le arkadaşlarını yeşil kırlara çıkarmış. Bütün gün gülüp oynamışlar. Dallarda kuşları, sularda balıkları seyretmişler uzun uzun. Sonra yorulup çimenler üzerine uzanmışlar. Öğretmen küçük öğrencilerinin mutlu yüzlerine bakmış ve şöyle demiş:

– Şimdi sizlerden bir isteğim var çocuklar. Kalkın ve dağılın çevreye. Bana doğadaki en güzel çiçeği bulup getirin. Kim bunu başarırsa ona en değerli bir armağanım olacak. Çocuklar sevinçle yerlerinden fırlayıp dağılmışlar, doğadaki en güzel çiçeği aramaya koyulmuşlar. Aramışlar aramışlar ve bir süre sonra her biri elinde birbirinden güzel çiçekle gelerek öğretmenlerinin ne diyeceğini merakla beklemeye koyulmuşlar.


Çiğdem, pembe tomurcuklu bir yaban gülü tutuyormuş parmakları arasında.
– Aferin Çiğdem. Çok güzel bir çiçek bulmuşsun. Kokusu da doyumsuz.
Selim, kan rengi bir gelinciği ileriye uzatıp sormuş.
– Ya benimki öğretmenim?
– Şahane bir renk. Alev gibi. Zarafeti de öyle. Sana da aferin Selim.
Mine’nin elinde bir bahar dalı varmış pembe-beyaz çiçekleriyle.
– Doğa’nın zafer tacı sanki. Ne kadar da güzel… Tebrikler Mine!
Ali, beyaz yapraklı, sarı göbekli bir papatyayı uzatırken öğretmenin yüzü yeniden ışıldamış.
– Beyaz gelinlikli bir genç kız gibi. Sade ama kusursuz. İnsanda saygı uyandıran bir yanı var. Teşekkürler Ali.

Sıra Maviş’e gelmiş. Bütün başlar ona, onun eline çevrilmiş. Ama Maviş’in elleri boşmuş.
– Sen… Bir şey bulamadın mı Maviş? Bunca çiçek, bunca güzellik içinde… Maviş iri boncuk gözlerini açıp çiçekler kadar güzel yüzüyle gülümsemiş ilkin. Sonra heyecanla haykırmış.

– Buldum! Hem o kadar çok buldum ki… Ama hepsi birbirinden güzeldi öğretmenim. Biri ötekinden üstün değildi. Belki kırdaki bütün çiçekleri kucaklayıp size getirmem gerekecekti. Bunu başaramazdım. Ve başını eğmiş birden. Sözlerini duygulu bir fısıltıyla bitirmiş.

– Hem …. Çiçekler yerinde, dalında güzel … Onlardan bir tekini bile koparmaya kıyamadım. Çünkü öğretmenim, hangi çiçeği görsem o en güzeldi… Öğretmen büyük bir heyecanla kollarını açmış, sarmış Maviş’i. Sonra öbür çocuklara dönmüş.

– Bakın yavrularım, demiş. Bu kardeşinizden hepimiz çok güzel bir ders aldık. Sizler güzel çiçekler buldunuz ama en güzelini bulan o oldu. Güzel olan sevdir çünkü yavrularım. Sevmek bize saygıyı getirir. O zaman da Maviş kardeşiniz gibi bir dal çiçeği bile koparmaya kıyamayız. Onu dalında görmek isteriz. Öldürme hakkı bulamayız kendimizde… O günden sonra çiçekler yerinde, dalında kalmış hep. Ve doğa daha bir renklenmiş, daha bir şenlenmiş.

Ta ki insanlar “sevgi” sözcüğünün anlamındaki yüceliği unutmaya başladığımız bu günlere gelinceye kadar…

Masalın Yazarı: Sadettin Kaplan

Yalancı Hikayesi

Yalancı Hikayesi

Durmadan yalan söyleyen bir çocuk vardı. Bu yüzden onu hiç kimse sevmezdi. Ondan söz edilecek olsa “Şu yalancı çocuk mu? Hani hep yalan söyleyen?” derlerdi. Böyle yalancı tanınmak çok kötü şey. Çünkü arada bir doğru söyleyecek olsanız bile kimse size inanmaz. İşte bizim küçük yalancının başına da böyle bir felaket geldi.

Bir gün annesi küçük yalancıyı evde bırakıp çarşıya gitti. Giderken de sıkı sıkı tembih etti:

– Aman yavrum, sakın yaramazlık yapma! Ben dönünceye kadar uslu uslu otur, dedi.


Küçük yalancı uslu oturacağına söz verdi. Verdi ama hiç onun sözüne güvenilir mi?

Annesi kapıyı kapar kapamaz küçük yalancı kibritle oynamaya başladı. Kibriti yakıyor sonra üflüyor ve çok eğleniyordu. İşte ne olduysa o anda oldu ve perde tutuştu. Alev alev yanmaya başladı. Küçük yalancı çok korktu. Hemen sokağa çıkıp “Koşun! Evimiz yanıyor! Yangın çıktı!” diye bağırmaya başladı. Bağırdı çağırdı ama kimse ona inanmadı.

Komşular “Yine yalan söylüyorsun. Yalan söylemeye utanmıyor musun? Hadi oradan! Yalancı çocuk!”gibi sözler ettiler.

Yalancı çocuk “Bu kez doğru söylüyorum. Evimiz gerçekten yanıyor!” dediyse de boşuna uğraştı. Neyse ki, annesi çarşıdan çabuk döndü de itfaiyeye haber verdi. Yangın hemen söndürüldü.

Bu olay küçük yalancıya iyi bir ders oldu. O günden beri hiç yalan söylemedi.

Kibritçi Kız

Çok ama çok soğuk, buz gibi bir yılbaşı gecesiydi. Gerçekten de kavuran bir soğuk vardı. İnsanın ta iliklerine kadar soğuğu hissettiği gecelerden birisiydi. Yoldan geçen herkes paltoların yakalarını kaldırıp atkılarına iyice sarılarak yürüyorlardı. Bu insanlardan kimisi evine yetişmeye çalışıyor, kimisi ise geceyi eğlenerek geçireceği mekana doğru gidiyordu. İşin gerçeği herkes ısınabileceği bir yere gidiyordu.
Çocuklar ise ebeveynelerin yanında bir sağa bir sola koşturarak yürüyor, gözüne kestirdikleri diğer çocuklara kartopu atıyorlardı. Böylesine soğuk bir gecenin keyfini en çok bu çocuklar çıkarıyordu. Çocuklar, kahkaha atıp mutluluklarını belli ediyorlardı. Bu çocukların içerisinde bir çocuk vardı ki, diğerlerine hiç benzemiyordu. Gelip geçenlerin hiç ilgisini çekmeyen bir çocuktu. Ufacık, minicik bir kız çocuğuydu bu. Başında bere yok, elbisesi ise yamalarla bezeliydi. Bir evin kapısının önünde büzülüp ayaklarını altına doğru sokmuştu. Soğuktan o kadar çok etkilenmişti ki, adeta tir tir titriyordu. Kapının önündeki taş basamak çok soğuktu. Bu kızcağız sanki gecenin tüm soğuğunu kendi bedeninde hissediyordu.
Önünde bir mukavva kartonun içerisine sıralanan kibrit kutularına bakıp gözlerini yaşartıyordu. O soğuk günde bir tek kibrit kutusu dahi satamamıştı. Kibrit kutusu satabilseydi adlığı para ile evinin yolunu tutar ve annesinin elinden bir tas çorba içebilirdi. Annesine kibrit kutusu satamadığını söylemek istemediği için eve gitmiyordu. Soğuktan kısılan sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Küçük kızın sesine hiçbir baş dönüp bakmıyordu bile… Bırakını sesini duymayı kızın orada olduğundan bile kimsenin haberi yoktu.
Kızın ayakları çok üşüyordu, içinden keşke ayaklarımda terliklerim olsaydı diye geçiriyordu. Bundan kısa bir süre önce sokaklarda dolaşırken hızla geçen bir arabadan kaçmak için hamle yaptığında terlikleri ayağından çıkmıştı. Arabadan kurtulunca geriye dönüp baktığında hınzır ve yaramaz bir çocuk terliklerini aldığı gibi kaçmıştı. Küçük kız, çocuğun terliklerini neden aldığına herhangi bir anlam veremiyordu. Hep “Neden?” diye soruyordu kendi kendine. Bu olaydan sonra bir kapının önüne sığınıp oraya oturmuştu. Parmakları soğuktan donmuş ve sızlamaya başlamıştı artık. Küçük kız, bu fevkalade acıya dayanamadı ve kibrit kutularından bir kibrit çıkarıp yaktı. Uyuşan parmakları kibrit çöpünü elinden düşürmeden zor tutuyordu. Kızcağızın elleri titreyerek zorla duvara kibrit çöpünü sürttü. Kibrit duvara sürtünür sürtünmez hemen alev aldı, alev kızın gözünde minik ama çok tatlıydı.

Küçük kibritçi kız, kibrit çöpünü bir elinden diğer eline hızla geçirerek ısınmaya çalıyordu. Kızın adeta içi ısınmıştı; çünkü kendi alev alev yanan bir ocağın karşısında hissediyordu. Gözleri aleve bakan küçük kız bir riya içinde olduğunu sandı. Kocaman bir odanın içinde yanan şöminenin karşısındaydı. Arkasında bir yünlü hırka, ayağında ise kürkten yapılmış terlikler duruyordu. O kadar sıcaktı ki, her yanı ısınmıştı. Kız, bunları düşünürken elindeki kibrit sönüverdi. Kibritçi kızın parmakları yeniden eski soğuğu hissetmeye başlamıştı.
Kibritçi kız, ikinci bir kibrit daha yaktı. Bu arada hava daha da soğumuştu. Kız, aleve bakarken karşısındaki duvar birden açıldı ve içerisi göründü. Odanın içerisinde geniş bir oda vardı. Kar kadar beyaz örtüyle serili bir masanın üzerinden envaiçeşit yiyecekler vardı.. Sofrada gümüş mumluklar yanıyor ve etrafı aydınlatıyordu. Kibritçi kızın gözleri sofranın tam ortasına bir tabağa yerleştirilmiş çok iyi kızartılmış tavuktaydı. Ağzı sulandı. Elini tabağa doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kız, çöpü birden yere attı. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, bir baktı ki karşısında yalnızca taş duvar var.
Kibritleri bitmesine rağmen ısınabilmek için bir tane daha kibrit yaktı. Bir yaz gecesine gitti aniden. Ayaklarının altındaki toprak kızgın, güneş parıl parıl parlıyordu. Kızın ilikleri yine ısınmıştı. Bu durumun keyfini çıkarırken aniden bir yıldır kaydı. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Birgün ninesi ona şöyle söylemişti: “Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölür.”. Ninesini hatırlamak ve onu görebilmek için bir kibrit çöpü daha yaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. Beyinin ona oynadığı hayaller onu çok farklı dünyalarda olduğu sandırıyordu. Kibritin yanan alevinde ninesinin silüetini görüyordu. Ninesi, yağan kar tanelerinin arasından adeta bir meleğe bürünmüş olarak iniyordu… Yavaş yavaş geldi ve torununu kollarının arasına alarak gökyüzüne doğru çıkarmaya başladı…
Ertesi sabah, yoldan geçenler basamaklarda gariban halde donmuş bir kısın ölü bedenini buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
İnsanlar, zavallı kızacağız diye hayıflandılar ve eklediler “Demek ki ısınmak için kibritleri yakmış.”. Bunu söyleyenler kibritlerin alevinden kibritçi kızın nasıl hayaller gördüğünü nerden bilebilirlerdi ki!

Kırmızı Başlıklı Kız Masalı

Çok eski zamanların birinde küçücük bir kız varmış. Küçük kızın annesi ona kırmızı başlıklı bir pelerin almış. Küçük kız bu kırmızı başlıklı pelerini çok ama çok seviyormuş ve üzerinden hiç çıkarmıyormuş. Küçük kızın bu davranışı nedeniyle tüm çevresi ona Kırmızı Başlıklı Kız diyormuş. Bir gün annesi ona seslenmiş: “Büyükannen hâlâ hasta. Hadi giyin de, ona yaptığım şu çöreği götür.” Bunun üzerine Kırmızı Başlıklı Kız üzerini giyinerek eline çöreği almış ve yola koyulmuş.
Annesi küçük kızına “Tavşan Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!” diye seslenmiş. Küçük kız da “Ayrılmam anne,” demiş. Kırmızı Başlıklı Kız ormana girip yürümeye başladığında çalılıkların arasından gelen bir ses duymuş. Bu sesin ardından birdenbire yola bir kurt çıkıvermiş. Küçük kız çok ama çok korkmuş. Fakat kurt, küçük kıza hiç de düşmanca bakmıyormuş. “Nereye böyle küçük kız?” diye sormuş kurt.
“Büyükanneme gidiyorum,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız. “Tavşan Ormanı’nın sonundaki ilk ev. (Ormanın adını Tavşan Ormanı’ymış). Büyükannem çok hasta. Kurt kıza seslenmiş: “Bak sana ne diyeceğim. Ben hızlıca gidip büyükanneme senin ziyaretine geldiğini söyleyeyim. Sen de yolda çok eğleşmeden hemen gel.” Kurt, hemen oradan ayrılmış, çünkü ormandaki oduncunun onu bulma ihtimali varmış. Eğer kızı hemen orada yemeye çalışırsa oduncunun onu bulmasından korkuyordu.
Kurt büyükannenin evine varmış ve kapıyı çalmış. “Kim o?” diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın. Kurt sesini değiştirerek, “Benim, torunun Kırmızı Başlıklı Kız,” demiş. “Yemen için sana çörek getirdim.” “Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş Büyükanne. Kurt içeri girer girmez bir hamlede büyükanneyi midesine indirmiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükanne’nin kapısını çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş kurt büyükannenin sesini taklit ederek.
“Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş kurt. “İçeri girebilirsin.”

Kırmızı Başlıklı Kız bir an düşünmüş. ‘Büyükannemin sesi neden böyle değişik acaba?’ diye düşünmüş. Aklına büyükannesinin hasta olduğunu gelince tereddüt etmeden içeri girmiş. Kurt, Büyükanne’nin elbiselerini giymiş bir vaziyette yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri kapatmış.
“Elindekileri oraya bırak da yanıma gel torunum,” demiş kurt.
Kırmızı Başlıklı Kız çöreği masaya koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.
“Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”
“Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.
“Kulakların neden büyük, peki?”
“Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.
“Gözlerin neden kocaman, peki?”
“Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.
“Dişlerin neden sivri peki?”
“Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.
Son sözünü söyleyen kurt artık kaybedecek vakit yok diyerek yataktan fırlayarak bir lokmadan Kırmızı Başlıklı Kızı yemiş. Ardından büyükanne ve küçük kızın verdiği doygunlukla yatıp uyumuş. Kurt, çok yorgun olduğu aşırı horluyormuş. Bu sırada evin önünden geçen bir avcı kurdun horlamasını duymuş. Büyükannenin başına kötü bir şey geldiğini düşünerek içeri girmeye karar vermiş. Evin içine girdiğinde kurdu görmüş ve orada nelerin olup bittiğini bir çırpıda anlayıvermiş. “Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye bağırmış avcı ve elindeki baltasını kullanarak kurdun başını kesivermiş. Bunun ardından öncelikle büyükanneyi sonrasında da Kırmızı Başlıklı Kız’ı kurdun karnından sapasağlam çıkarmış. İkisi de gayet sağlıklıymış.
Kırmızı Başlıklı Kız’ın getirdiği çöreği büyükanne bir güzel yemiş. Ardından Kırmızı Başlıklı Kız, büyükannesine kurtların sözüne asla inanmayacağına dair söz vermiş. Daha sonra evin yolunu tutmuş. Ormandaki tüm tavşanların saklandıkları gizli yerlerden ortaya çıktıklarını görmüş. Bu zamandan sonra orman eski neşesine kavuşmuş ve tüm tavşanlar ormanı doldurmuş.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...