Şehzade ile Limon Kız Masalı

Şehzade ile Limon Kız Masalı
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Develer tellallık eder eski hamam içinde…Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok…Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok…Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi… Bereket versin hacı cambaza… Bize bir at verdi, dorudur diye… At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye… Deniz ortasına vardık kıyıdır diye…Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye… Kız kulesini belimize soktuk borudur diye… Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye… Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün…Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini… Masaldır bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı…
Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış… Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış… Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış…
Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş.
O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş.
Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye:
Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a âşık olasın da, onu göremeyesin!
O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış… Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş.
Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş.
Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş…
Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş… Günlerce yol almış… Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş.
Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar:
Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun?
Şehzade:
Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım…
İhtiyar gülerek:
Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü… Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç… Yoluna devam et… Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy… Oradan uzaklaş… İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü… Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç… Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ…
Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran… Haydi yolun açık olsun evladım!
Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş.
Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş.
Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış:
Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun!
Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş:
Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin!
Şehzade, kapıdan geçmiş.
Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş:
At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!
At ile köpek birlikte cevap vermişler:
Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız!
Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş.
Bu sefer dev, dereye seslenmiş:
Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma!
Dere, dile gelip cevap vermiş:
Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun!
Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş.
Dev, arkadan gene seslenmiş:
Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!
Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin!
Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş.
Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış… Her tarafı kaplamış, devi boğmuş.
Şehzade, herşeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye:
Su! Su! diye seslenmiş.
Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da:
Su! Su! diye diye ölmüş.
Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş.
Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi:
Su! Su! demeye başlamış.
Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da:
Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş.
O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış.
Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş.
Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş.
Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş.
Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış:
Su! Su! demeye…
Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış.
Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış.
Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine son yokmuş… Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş.
Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade:
Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz.
Limon Kız:
Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz.
Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak:

Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz…
Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş.
Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler.
O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş.
Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a:
Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak:
Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş.
Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş.
Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş.
O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine:
Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar?
Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına:
Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem!
Hanım gülmüş:
Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın!
Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş:
Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana!
Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal:
Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş.
Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış.
Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra:
Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin?
Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız:
Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım…
Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız:
Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım…
Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş…
Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış.
İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız’ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış:
Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş.
Arap kız, üzüntülü görünerek:
Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu.
Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş.
Hep beraber saraya dönmüşler.
Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade’nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar.
Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler.
Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana:
Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun!
Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş.
Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana:
Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış.
Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış.
Bunun üzerine şehzade:
O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş.
Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış.
Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak:
Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış.
Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar.
Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış.
Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış.
Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak:
Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm…
Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız:
İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş.
Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş.
Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de:
Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel bir taht yapmışlar.
Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış.
O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış. Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince:
İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak:
Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum…
Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş.
O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş.
Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına:
Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün?
Kadıncağız:
Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş.
Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız’a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi?
O zaman anlamış ki, Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince:
Teyze, demiş, senin kızın var mı?
Kadıncağız:
Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır…
Kadının bu sözleri şehzadeyi o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş.
Fakir kadın da Limon Kız’ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş.
Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa:
Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş.
Biraz sonra arap kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş.
Şehzade:
Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı?
Arap kız:
Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim!
Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna bağlayıp dağlara salmışlar.
Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız’ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler.
Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına..

Verilen Söz Tutulmalı Masalı

Verilen Söz Tutulmalı Masalı
Bir vamış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ormanlardan bir ormanda bir kurt yaşıyormuş. Bir zamanlar uludu mu dağı taşı inleten, gölgesini gören hayvanlara bile korku saçan bu kurt, yıllar geçtikçe gücünden, kuvvetinden çok şey kaybetmiş. Artık eskisi gibi “hoop” deyince av bulamıyormuş. Hatta aç kaldığı günler bile oluyormuş.
Kurt bakmış olacak gibi değil, tilkiyi bulmaya karar vermiş. “O akıllı bir hayvandır, onun aklıyla benim gücüm birleşirse fazla yorulmadan istediğim avı yakalayabilirim” diye düşünmüş. Bu düşünceyle de tilkiyi bulup ortaklık yapmayı önermiş. Kurnaz tilki bir düşünmüş, bir kaşınmış sonunda bu iş aklına yatmış olacak ki, “peki” demiş. “Ama avın yarısı benim olacak tamam mı?” Kurt hemen “tamam” diye söz vermiş tilkiye. Eh koşullarda uzlaşma olunca durur mu artık tilki, başlamış düşünmeye. Ne kadar düşünmüş bilinmez, sonunda “buldum” demiş. “Hemen bir çukur kazalım. Sen içine gir ve ben de üzerini çalı, çırpı ve biraz da toprakla örteyim, dişlerinin dışında hiçbir yerini açıkta bırakmayayım. Sonra bir yolunu bulup hayvanları buraya getireyim. Sana ‘hadi kurt kardeş’ deyince onları fırlar yakalarsın olmaz mı?

Kurdun da aklına yatmış bu düşünce. Hemen işe koyulup düşündüklerini bir bir yapmışlar. Dışarıdan bakan yalnızca kurdun dişlerini görebiliyormuş artık. Kurnaz tilki bu işi bitirince doğru hayvanların her zaman oturup konuştukları büyük alana gitmiş. Oradan buradan konuşmaya başlamış. Bir arada “söyleyin bakalım” demiş. Dişler nereden çıkar?” Orada bulunan bütün hayvanlar “bu da soru mu yani, ağızdan çıkar tabii” diye bağırışmışlar. Ama kurnaz tilki küçümseyerek bakmış onlara “başka?” demiş. O “başka” deyince duraklamış hayvanlar. Şaşkın şaşkın bakakalmışlar birbirlerine. Öyle ya, dişler başka nereden çıkabilir? Zaten kurnaz tilkinin de beklediği de buymuş. “Amma da cahilsiniz ha! Bir de topraktan çıkar” demiş alımlı çalımlı. Ama bütün hayvanlar “aaa olmaz öyle şey” diye bağırışmışlar tabii. Kurnaz tilki, “inanmazsanız göstereyim” diye takmış hepsini peşine, götürmüş kurdun gizlendiği çukura. Sonra da toprağın üzerindeki kurdun dişlerini gösterip, “nasıl haksız mıymışım” diye sormuş hayvanlara. Zavallı hayvanlar ne söylesinler artık. Gerçekten de toprağın üzerinde dişler var. Başlamışlar kendi aralarında tartışmaya. Bu arada bir kısmı dişleri yakından görmek istemiş. İyice yaklaşmış çukura. İşte o zaman tilki, “kurt kardeş dışarı çık!” diye bağırmış. Tabii olanlar olmuş. Birçok hayvan kurdun pençesine düşmüş. O zaman tilki, “Hadi kurt kardeş. Önce anlaşmamıza göre paylaşalım şunları.” Ama kurt hiç oralı olmamış. “Ne anlaşması” deyip, savmış tilkiyi başından.
Kurnaz tilki hiç böyle oyuna gelir mi? “Anlaşıldı kurt kardeş” demiş, “bana bir şey vermeyeceksin ama ben de sana bal dolu ağaç kovuğunu göstermeyeceğim bilmiş ol.” Kurt bal sözünü duyunca, “Şey” demiş “peki veririm yarısını. Hele sen beni balın olduğu yere götür.”
Tilki düşmüş. Önce kurdu götürmüş daha önceden bildiği arı kovuğuna. Tam da arıların oğul zamanıymış. Tilki de biliyormuş bunu aslında. O yüzden de kurt bal almak için pençesini kovuğa uzatınca fırlamış kaçmış. Tabii kurdun sonu belli. Her yanını arılar sokmuş. Ama o günden sonra da verdiği sözü hep yerine getirmiş.
Ne kadar güzel bir dürüstlük örneği değil mi? Verdiğimiz sözleri mutlaka yerine getirelim çocuklar. Eğer bu durumlara düşmek istemiyorsak tabii.

Sinağrit Baba

Sinağrit Baba
Cehennem nişanında beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor…
Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit Baba döner mi avdan. Pırıl pırıl, eleğim sağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altını, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordu?
Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir Sinağrit Baba, ne oltalar koparmıştır. Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos’un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var.
İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka kendini teslim etmeli. Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur: kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır.
Evet, fukaradır ama, kibirli değildir. Sinağrit baba fukaralıkta gururu sever. Öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı Hasan’dır. Geç! Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insandan hoşlanır. Bir başka oltaya başvurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit Baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmaya değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti.
Sinağrit Baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis, oltasını hızla topladı: -Vay anasını be, Nikoli! -dedi-, iğneyi dümdüz etti. Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba, kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi.

Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedeni fırdöndüsünden alıp gidemezdi. Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi. Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanını seyrediyordu.
Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener vardı. Öteki kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarı çıkarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıdaki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı.
Sinağrit Babaya büyüyen gözleriyle, “Bizi kurtar şu lanetlemeden” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu, tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeyi?.. O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti.
Sinağrit Baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde:
Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba’nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi. Kimdi, neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı.
Belki de sonuna kadar bir imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnından okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.
Hikaye Yazan: Sait Faik Abasıyanık Bilgi Yayınları, Eylül 1995

Padişah ve İhtiyar Çiftçi Hikayesi

Padişah ve İhtiyar Çiftçi Hikayesi
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde bir gün padişahlar padişahı av için şehirden uzaklaşmış. Yolda giderken pek çok insanın çalıştığı bir tarla görmüş.
Merak edip yanlarına yaklaşmış.
Oradaki insanların arasında yaşı doksanı geçkin bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyar toprağa bir şeyler ekiyormuş.
Padişah:

-Ne ekiyorsun ihtiyar? diye sormuş. İhtiyar çiftçi başını bile kaldırmadan cevap vermiş:
– Baharda yeşermesi için ceviz dikiyorum. Padişah kahkahayla gülmüş.
– Fakat sen çok ihtiyarsın. Şurada iki günlük ömrün kalmış. Neden uğraşırsın? demiş. Bunun üzerine ihtiyar başını kaldırmış:
– İnsanlar ekip dikmekle zarar etmezler. Başkaları ektiler; biz yedik. Şimdi de biz ekelim; başkaları yesin, demiş. Padişah bu cevabı çok beğenmiş. Hemen yanındaki adamına dönerek:
– Bu ihtiyara bir kese altın verin, diye emretmiş. İhtiyar altınları almış ve:
– Gördünüz mü? demiş, benim ağacım daha büyümeden meyve verdi!
Kaynak:

Asla Yalan Söyleme

Asla Yalan Söyleme
Eski zamanlarda, insanlar ilim öğrenmek için çok çalışırlar, her türlü güçlüklere katlanırlardı. Küçük yaşlarında köylerinden, ailelerinden ilim öğrenmek için ayrılırlar, yıllarca onlardan uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı. Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;
-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum…dedi. Annesi ise;
-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem. Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;
-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır. Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı. Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;
-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk? Abdulkadir;
-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;
-Doğru mu söylüyorsun? Abdulkadir:

-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var. Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü. Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;
-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu? Abdulkadir;
-Evet doğru. Reis;
-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın? Abdulkadir;
-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı. Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı. Reis hayretle sordu;
-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık. Abdulkadir;
-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz? Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;
-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak? Sonra şöyle devam etti:
-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu. Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım. Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;
-Reisimiz, biz senden ayrılmayız. Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler. Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler. Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu.  Siz siz olun asla yalan söylemeyin.

Dağlar Padişahı’nın Oğlu ve Ova Beyi’nin Kızı

Dağlar Padişahı’nın Oğlu ve Ova Beyi’nin Kızı
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Dağlar Padişahı’nın kırk yaşından sonra bir oğlu olmuş. Bu çocuk, gece demez gündüz demez ağlar dururmuş. Karısı bıkmış usanmış bunun elinden. Bir gün yine emzirip beslemiş. Ama çocuk dilli düdük gibi ötüp duruyormuş. Kadıncağızın canı sıkılmış! Çocuğu evde bırakarak çarşıya alışverişe gitmiş. Bu sırada bir kuş gelerek çocuğu alıp götürmüş. Kendi yavrularıyla beraber besleyip büyütmüş.
Çocuk on dokuz, yirmi yaşlarına gelince tıpkı bir kuşa benzemiş. Diğer kuşlar gibi uçmaya başlamış. Bir gün Ovalar Beyi’nin konağının üzerinden uçuyorlarmış. Bey’in kızının bahçede gergef işlediğini görmüş. Öbür kuşlardan ayrılarak bir ağaca konmuş, kız bir ara elindeki işi bırakarak dolaşmaya başlamış. Kuş olan oğlan, kızın iğnesini, ipliğini alarak uçup gitmiş. Kız arkasından bakmış kalmış. İşte ne olduysa o günden sonra olmuş. Kız sararıp solmaya başlamış. Babası merak edip:
“ Ne derdin var?”, diye sormuş. Kız olanları anlatmış, sonra:
– Bana bir hamam yaptır da yıkanıp derdimi atayım, demiş. Ovalar Beyi bir haftaya varmadan hamamı yaptırıp kızına teslim etmiş. Sonrada tüm ülkede tellâl ünletmiş:
-Bey’in kızı bir hamam yaptırdı. Derdi olanlar gelip yıkansın. Aklanıp paklansın. Derdi olmayanlar hiç uğramasın. Duyanlar duymayanlara söylesin… Bunu duyan ülkenin tüm dertlileri hamama dolmuş. Kız her gelene derdini soruyormuş. Biti olan bitleniyor, kiri olan aklanıyor, derdi olan paklanıp gidiyormuş. Ama kız kendi derdini bir türlü unutamıyormuş.
Bir gün Beyler Beyi’nin karısı hizmetçisi ile beraber hamama geliyormuş. O kuş, hizmetçinin elinden bohçayı alıp kaçmış… Hizmetçi kuşun peşinden koşmuş. Akşama doğru ormanlık bir yere varmışlar. Kuş derede yıkanınca yakışıklı bir delikanlı olup çıkmış. Sonra kılıcı ile büyük bir kayayı yararak içine girmiş. Daha kaya kapanmadan hizmetçi de arkasından girmiş. İçerisi küçük bir saray gibiymiş! Bir yere gizlenerek konuşulanları dinlemeye başlamış. Oğlan:
-İğnen burada, ipliğin burada; kendin neredesin? A canımın canı, gönlümün sultanı, diye söylenip duruyormuş. Sabah olunca oğlan kayayı yarıp dışarı çıkmış. Derede yıkanıp tekrar kuş olmuş. Bu sırada hizmetçi bohçayı alıp dışarı çıkmış. Gide gide yorulup bitkin düşmüş. Önüne çıkan bir mandaya: -Beni sırtına bindirir misin?, diye sormuş. Manda da:

Sırtımı kaşırsan bindiririm, demiş. Hizmetçi mandanın sırtını kaşıyarak binip gitmiş. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir dere kenarına varıp dayanmışlar. Dereden sel geldiği için geçememişler. Orada ineklerini otlatmakta olan bir nine görüp yanına varmış:
-Bu dereden nasıl geçeceğiz, diye sormuş.
-Başımı bitlersen söylerim, demiş nine. -Kara su geçsin, sarı su geçsin. Mavi su gelince geçersin, diye anlatmış. Hizmetçi dere kenarında beklemiş. Mavi su gelince mandaya binip hamama varmış. Başından geçenleri anlatmış. Kız:
-Eğer beni oraya götürürsen bu hamamı sana veririm, demiş. Birlikte yola düşmüşler. Akşam olmadan varacakları yere varmışlar. Akşama doğru kuş çıkıp gelmiş. Derede yıkanıp fidan gibi bir delikanlı olmuş. Kayayı yarıp içeri girmiş. Arkasından onlar da girip bir yere saklanmışlar. Oğlan:
-İğnen burada, ipliğin burada; kendin neredesin? A canımın içi, deyince kız saklandığı yerden çıkıp:
-Kendim de buradayım, diyerek oğlanın kollarına atılmış. O gece karı koca olmuşlar. Ertesi gün hizmetçi kızı hamama göndermişler. Günler geçip gidiyormuş. Oğlan her gün sabahleyin giderken kayayı kapatıyormuş. Kızı bir can sıkıntısı almış ki, geldiğine geleceğine bin pişman olmuş. Günlerden bir gün hamile kaldığını anlayıp durumu kocasına anlatmış. Doğum yaklaşınca oğlan:
-Seni anneme götüreyim. Ben yukarıdan uçarım, sen benim gölgemden yürürsün. Anneme varınca: “Oğlunun selâmı var, beni evinizde konuk edeceksiniz”, dersin diyerek yola çıkmışlar. Kız eve varınca söylenenleri yapmış. Onu eve almışlar, ama merdiven altında yatırmışlar. Kız o gece doğum yapmış. Çocuğun göbeğinde aynı babasının ki gibi üç tane beni varmış. Oğlan kuş şeklinde gelip pencereyi tıklatmış. Kız:
-Ne var, ne istiyorsun?, diye sormuş. Oğlan: -Uyusun da büyüsün, hanım ninesi duysun, diye bağırmış. Hizmetçiler duyup hanıma durumu anlatmışlar. Hanım çocuğu görünce iyice inanmış. O gün camları katranla boyamış. Kuş akşam pencereye gelince yapışıp kalmış. Oğlan:
-Eyvah! Bana yazık ettiniz. Ben burada yaşayamam, diye çırpınmaya başlamış. Annesi: Oğul oğul! Canım oğul, canımın içi oğul! Seni bana kavuşturan Allah’a şükürler olsun! Söyle senin için ne yapabilirim?, diye sormuş. Oğlan:
-Babam ormandan çalı çırpı toplayıp yaksın. Bir kuş ölüsü bulup içine atsın Öbür kuşlar arkadaşımız öldü diye kendilerini ateşe atarlar. O sırada ben de derede yıkanır insan olurum, demiş. Söylenenler yapılınca oğlan kuşluktan çıkıp yiğit bir delikanlı olmuş. Dağlar Padişahı oğluna; Ovalar Beyi kızına kavuşmuş. Kırk gün kırk gece düğün yaparak tekrar evlenmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Diyet Masalı

Diyet Masalı
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı.
On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip” derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.
– Bizim Ali…
– Bizim koca usta…
– Dünyada eşi yoktur…
– Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi. Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında “başkasına gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu.
“Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı.
Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
– Tak! – Tak, tak!… – Tak, tak! İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescide doğru yürüdü…
Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu. Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu. Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı. Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi.
Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu.
Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
– Kimdir o?… diye bağırdı. Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
– Yabancı yok!
– Kimsin?
– Ali… Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
– Koca Ali… Koca Ali, be!
– Sen misin, Ali Usta?
– Benim!
– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
Hiç…
– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!… Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
– Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi. – Yok. – Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
– Biliyorum.
– Ee, ne arıyorsun buralarda?
– Hiç…
– Nasıl hiç… Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız: – Haydi yerine git, dolaşma… dediler. Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi. İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin… İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı. Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
– Kim o? diye haykırdı. – Aç çabuk. Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
– Niçin?… – Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
– Ee, bana ne?…
– Onun için işte dükkânı arayacağız.
– O hırsızlıktan bana ne?
– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
– Bana ne?…
– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var! Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi. Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
– Ay! İşte, işte… Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:
– Çaldığın paraları nereye sakladın?
– Ben para çalmadım. – İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
– Ya kim koydu? – Bilmiyorum. Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi. Sol kolunun kesilmesine karar verildi. Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:
– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu. Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz… Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu. Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı. Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı.
Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu. İşte herkes onu seviyordu. Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.
– Ne gibi? diye sordular.
– Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…
– Pekâlâ, pekâlâ… Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye söylediler. O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:
– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada “birisine gönül borcu duymak” acıların en büyüğüydü. O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
– Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı. Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı.
Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’ın ikide bir:
– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
– Kolunun diyetini ben verdim.
– …
– Şimdi çolak kalacaktın, ha…
– …
– Benim sayemde kolun var.
– … Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı.
Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi? Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı… Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı.
Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
– Ne yapıyorsun be?… Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
– Bıçakları biliyorum, dedi.
– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın? Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
– Ne bakıyorsun?
– … Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın… Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’ın önüne:
– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı. Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...